İnsan genellikle bildiklerinden emindir. Doğru bildiğini
zannettiklerini nadiren sorgular. Hele bir konuda insanlar arasında
geçmişi çok eskilere uzanan bir fikir birliği / konsensüs oluşmuşsa
kimse doğru bilinenleri sorgulama cesaretini kendinde bulamaz. Ruh
konusu da bunlardan biridir. İnsan doğasının madde ve ruh olarak
birbirlerinden ayrı iki cevherden mi, yoksa bir tek maddi cevherden mi
oluştuğu sorunu, insanlık tarihi kadar eski bir tartışma konusudur.
[Zamanınız yoksa, bu satırları atlayarak,"Kuran'da Ruh" satırdan okumaya devam edebilirsiniz. ]
[Zamanınız yoksa, bu satırları atlayarak,"Kuran'da Ruh" satırdan okumaya devam edebilirsiniz. ]
Genellikle ruh denilince akla gelen; ana rahminde insanın oluşumu
esnasında insana melek tarafından üflenen ve ölümü anında bedeni terk
eden, canlılığı sağlayan mahiyeti meçhul bir unsur, latif /sezilgen bir
özdür!
Ruh hakkındaki tartışmaların ilk ortaya çıkışı, bizzat nasların/dini
metinlerin anlaşılması ve yorumlanmasından mı kaynaklanmıştır; yoksa
Yunan felsefesiyle karşılaşmasıyla mı başlamıştır? İlk dönem eserlerinin
meseleyi ele alış tarzı, sonrakilerin probleme bakış tarzları ile
karşılaştırıldığında, aralarında önemli farklılıklar bulunduğu
görülmektedir.
Kelamcıların ruh konusundaki fikirlerini ele aldığımız zaman onların
amacı; bu dünya hayatında ve ahirette sorumlu insanın kim olduğunu
tespit etmekten ibarettir. Kelamcılar bir sonraki aşamada felsefenin
etkisiyle ruhun varlığı ve beden ile ilişkisi gibi konuları izah etmeye
girişmişlerdir. Yunan felsefesine dair bazı eserlerin Arapçaya tercüme
edilmesiyle başlayan felsefi akımların gelişmesi neticesinde, Mutezile
âlimleri selef metodunu terk ederek, nasları akılla yorumlamaya
başlamışlardır. Mutezile; ruh meselesini dinin temel meselelerden biri
olarak görmediğinden birbirinden farklı görüşler ortaya atmışlardır.
Mutezile ruh hakkında üç farklı görüş geliştirmiştir.
Birinci görüş; ruh konusundaki maddeci ve deyim
yerindeyse materyalist yaklaşımdır. Buna göre insan bedeninden bağımsız
ve farklı mahiyete sahip bir cevher şeklinde bir ruh yoktur. Bu görüş,
ruh-beden dualitesini kabul etmeksizin, insanı somut bir varlık olarak
ele alır. Buna göre insan denilen varlık; duyu organlarıyla algılanan
(heykel-i mahsus) ve herkes tarafından görülen şu bünye üzerine bina
edilmiş olan cisimden ibarettir.
İbn Hazm, Mutezile’nin bu yorumunu bir adım daha ileri götürerek şunu
iddia etmiştir; Gerek Müslümanlar ve gerekse me’ad/ yeniden dirilişi
kabul eden bütün din mensuplarına göre insan ruhu /nefs, boyutları olan,
mekânda yer tutan ve bir kütleye sahip cisimdir. Ona göre ruh ve nefs;
“manaları bir”, müteradif iki kelimedir.Kadı Abdülcebbar da; ruh-beden
ayırımını kabul etmez!
İkinci görüş; hemen hemen bütün İslam düşünce
ekolleri tarafından benimsenen en yaygın görüştür. Bu görüşün
teorisyeni, İbrahim en-Nazzam’dır (ö. h. 231). Ona göre ruh, bedene
girmiş, değişmesi ve bozulması mümkün olmayan, latif, nurani ve baki bir
cisimdir. Modern araştırmaların da teyit ettiği gibi, bu ruh görüşü
Yunan felsefesinden ithaldir. Bu, “mutedil-maddeci ruh” tasavvurunu
benimseyen kelamcılar,
“Onu tesviye ettiğim zaman” [Hicr/29]
ayetiyle insan bedeninin yaratılmasına;
“Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi.” [Secde/9]
ayeti ile de bu nurani latif cismin beden cevherine nüfuz etmesine
işaret edildiğini ileri sürmüşlerdir. Böylece onlar insanın dualist bir
yapıyla, maddi yönü olan bir beden ve ilahi yönü olan bir ruhtan meydana
geldiğini benimsemişlerdir. Bu anlayışa göre ölüm, ruhun bedeni terk
etmesidir; dolayısıyla ruh, bedenden bağımsız olarak varlığını
sürdürebilir.
Üçüncü görüş ise, ruhun -cisim değil de- kendi
zatıyla kaim, manevi bir varlık olduğu görüşüdür. Bu görüş sahipleri,
nefsi/ruhu, bedenden ayrı ve müstakil bir şekilde varlığını sürdürebilen
saf-manevi bir cevher olduğunu iddia ederler. Bu ise, ruhun bedenden
önce kendi başına var olması demektir.
Mutezile’den büyük ölçüde etkilenen Ehl-i Sünnet kelamcılarının ruh
anlayışı bu ikinci gurubun görüşüdür. Kelamcılar arasında pek çok
–sayıları kadar- ihtilaf olmasına rağmen, Ehl-i Sünnetin cumhuruna göre
ruh, bedenden ayrı ve ona sonradan bitişen latif bir cevherdir. Ancak
yine de bu görüşün daha sonraki dönemde ön plana çıkartıldığı, aslında
ilk dönem Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında ruh-beden ikilisi şeklinde
dualist bir insan anlayışının olmadığı da bilinmelidir. Ehl-i Sünnet
kelamcıları, ayetlerde geçen ruh kelimesine, Cebrail, vahiy, Kur’an gibi
manalar vermekle birlikte, ona insanın zatı anlamında nefsi de
diyebilmişlerdir. [1]
Kadim Grek düşüncesi, hem Hristiyan dünyasında, hem de İslam
dünyasında dualist görüşün yaygınlaşmasına neden olmuştur. Farabi, İbn
Sina gibi birçok ünlü isim ruhun bedenden ayrı manevi/soyut bir cevher
olduğunu kabul etmişlerdir. Bu fikrin en etkili savunucusu Gazali’dir.
Onun feyz/sudur teorisine göre ruh; Nurlar Nur’undan/Tanrıdan, insan
bedenine feyezan eden/akan bir cevherdir. Onun çelişkilerle dolu olan
düşünce sistemi “spritualist” görüşe katkı sağlamıştır. Razî’ye göre de
beden; ruhun aleti mesabesindedir.[2]
Kur’an’ın hiçbir yerinde “insan ruhundan” bahsedilmemiştir. Müslüman
düşünürlerin ruha yükledikleri anlamlar, Kuranî değil, daha çok kadim
kültürlerden tevarüs etmiş bilgilere dayanmaktadır. Yabancı kültür ve
felsefelerdeki ruh-nefs telakkileri gerek felsefeyle, gerekse halk
inançları kanalıyla bize geçmiştir. Böylece filozoflarımız “ruhun
varlığını” temel bir ilke olarak kabul etmişler ve dini metinleri bu
ilkeye göre yorumlamışlardır. Bu konuda araştırmaları olan Mehmet
Dalkılıç[3] gibi uzmanlara göre, kadim kültürlerin
ve felsefelerin İslam mezhepleri içinde etkisini hala canlı olarak
devam etmektedir. Bunun en açık kanıtı; “bu ruh anlayışıdır.” İslam
filozoflarının ruh hakkındaki Kur’an’a müracaatları, kendi düşüncelerini
meşrulaştırmak nev’indendir. Ruh hakkındaki hadisler de bu
meşrulaştırma ameliyesinin devamıdır. “Kâle Platon/Eflatun dedi ki”
yerine, “Kâle Rasulullah” denilmiştir.
Kur’an’da ortaya konan insan tasavvuru, ruh ve nefis /beden
dualitesini savunan ekollerin görüşleriyle hiçbir şekilde uyuşmaz!
Kur’an insanın “ölümlü ve fanî” bir varlık olduğunda ısrar etmesine
rağmen, bazı kelamcılar insanın ruhunun ölümsüzlüğünde ısrar
etmişlerdir. Muhtemelen İslam’ın “yeniden diriliş, ebedi hayat, bekâ ve
hulûd” gibi fikirleri, eski kültürlerin de etkisiyle, “ruhun kadîmliği
ve ebedîliği” fikrine dönüşmüş olmalıdır. Özellikle de Sufîler “kadîm
bir ruh” telakkisi geliştirmişler ve onu ezel ve ebed Padişahının bir
nefesi, bir nefhası, O’ndan bir cüz saymışlardır. Oysa; ilk dönem
sufileri bile ruhun bedenden sonra yaratıldığını söylüyorlardı. Daha
sonra gelenler, ruhun bedenden evvel, tek başına varlığını sürdürebilen
manevi bir cevher olduğunu iddia etmeye başladılar. Hatta onun
yaratılmadığını söyleyenler bile vardır! İnsanların bir kısmının
“Ruhani” olduğunu söyleyebilmişlerdir! Şehadet ve melekût âlemi arasına
bir de ruhlar âlemi ve misal âlemi gibi hiçbir dini ve ilmi değeri
olmayan âlemler yerleştirdiler. Bir takım ulvi ruhları bu Âlem-i
Ervah’da seyahate çıkardılar!
İ. Hakkı Bursevî’ye göre; ruh; ilk akıl, külli akıl, külli nefs’tir!
Ruh İlahi Âlem’den bu dünyaya düşmüş /nüzul, buradan da oraya çıkmaya
çalışmaktadır/urûç! Ölmüş şeyhlerin ruhları sağlıklarında olduğu gibi
dünyada tasarruf etmeye, müritlerinin isteklerini yerine getirmeye devam
ederler, onları yetiştirir, zikir meclislerinde hazır bulunurlar![4]
**
Ruhun maddeden ayrı bir cevher olduğu görüşünü ilk defa ayrıntılı
olarak savunan Platon’dur. Platon’un epistemolojisinde öğrenme; bu
dünyaya gelmeden önce sahip olduğumuz bilgileri yeniden hatırlamaktan
ibarettir. Platon bunu, ruhun ezeli olmasıyla ve önceden öğrendiği
bilgileri unutsa da, ilerde sahip olduğu yeni bedenlerle buluşunca
hatırlamasıyla açıklar. Platon, ruhun ezelden beri var olan bir cevher
olduğuna inanır. Onun ruh hakkındaki düşünceleri binlerce yıl Hristiyan
ve İslam teolojilerini etkilemeye devam edegelmiştir. Her ne kadar
Platon’dan etkilenen teist düşünürler -ruhun ezeliliği fikrini kabul
etmeksizin, ruhun ebediliğini kabul etmiş olsalar da- ruhun maddeden
bağımsız bir cevher olduğu ve kötülüğün kaynağının maddi olduğu
fikirlerinin yaygınlaşmasına neden olmuşlardır.
Aslında Teist ontoloji açısından insanın tek bir cevherden ya da;
“beden ve ruh” gibi iki cevherden yaratılmış olmasının çok önemi yoktur.
En azından her ikisinin teist ontoloji ile uzlaştırılması mümkündür.
Teizmi -birçok kişinin yaptığı gibi- madde-ruh dualizmiyle
özdeşleştirmek yanıltıcı olabilir. Zira, kimi teistler ruh ile bedeni
ayrı iki cevher olarak görmemişler ve dolayısıyla insanın hayvanlardan
mahiyet bakımından farklı olabilmesi için, illa bir ruha sahip olmasını
gerekli görmemişlerdir.
Bazı kimseler; ruhu inkâr edenlerin ateistler ya da materyalistler
olduğunu zanneder. Ya da; ruha inanan Ruhçuları /Spritüalistleri,
halis-muhlis Müslüman zanneder! Oysa pek çok kâfir ruhçu vardır. Öyle ki
bunlar kendilerine vahiy geldiğini, ölümsüz olduklarını, tenasüh ile
yaşamaya devam ettiklerini iddia ederler. Ki, putperestlik de ataların
ruhlarına ya da bir takım ruhanilere tapınmak üzerine kurulmuştur.
Materyalistler ruhu inkâr ediyor diye, bizim ruhu illâ savunmamız da
gerekmez. Madde dışında bir cevher olmadığını savunan
materyalist-ateistler, bedenden ayrı bir cevher anlamını taşıyan ‘ruh’u
inkâr etmek zorundadırlar. Çünkü bu onlar için hayati bir konudur. Oysa
Teistler için önemli olan husus; “maddî bir cevher olmayan” Tanrı’nın
varlığıdır! İnsan ruhunun ayrı bir cevhere sahip olup olmaması temel
kritik nokta değildir. Ayrıca, Teistlerin, ruhun ayrı bir cevher
olduğunu kabul veya reddetmelerinin hiçbir dini sakıncası da yoktur!
Bir teist açısından Tanrı isterse canlılık, düşünme, hissetme ve
ahlaki davranma gibi özellikleri maddî cevherden bağımsız ayrı bir
cevher olan ‘ruh’u yaratarak tüm bunlara imkân vermiş olabilir. İsterse
sayılan tüm bu özellikleri maddî cevhere /bedene vererek maddî cevheri
‘ruhlandırmış’ da olabilir. Başka bir ifadeyle; Tanrı daha işin başında
maddî cevheri, kendisiyle “ruh sahibi insan” oluşturabilmesine imkân
tanıyan bir potansiyelle yaratmış olabilir![5]
***
Yine hayatı, canlılığı /vitality ruhun temin ettiği şeklindeki
düşüncenin hiçbir bilimsel altyapısı yoktur. Sadece bir takım ön
kabuller ve tahminler yüzünden bu insanlar böyle düşünmektedirler.
Eskiden beri bir kısım insanlar maddi nesneleri, bitki ve hayvanları cam
gibi cansız bilyelerden müteşekkil gördükleri atomların tek başına
canlılığı temin edemeyeceğini, bu cansız cam bilyelere Alaaddin’in cini
gibi süper yetenekleri olan ruhun, ya da tanrısal nefesin hayatiyet
verdiğini tasavvur ederler. Bunlar gerçekten çok iptidai, naiv
sanılardır. Bugün modern fizikte, canlı-cansız madde ayırımı kalkmış
gibidir. Bir tek hidrojen atomu yüzlerce elementi/ atomu, hatta yüz
binlerce son derece karmaşık molekülleri oluşturabilecek bilgiye daha
baştan sahiptir. Bir tek elektron ve protondan oluşan bu en basit atomun
bu korkunç bilgiye sahip olması muazzam bir sanat eseridir. Bugün
biliyoruz ki, canlı-cansız tüm varlıklar bir arı kovanını andırmakta,
elektronlar nükleonların etrafında dönmektedir. Bir elektron, ya da
proton bir tanecik midir, yoksa bir dalga mıdır, karar verememekteyiz.
Her yanımızı binlerce çeşitli dalga boylarında, ya da enerji
düzeylerinde elektromanyetik dalganın kuşattığını, bu dalgaların ister
enerji taşıyan parçacık, isterse bilgi taşıyan paketçik kabul edelim,
atomlar/elementler Antik Yunan filozofu Demokritos zamanındaki atomlar
değiller!
Artık kütle; yoğunlaşmış enerji, enerji; çözülmüş kütle demektir.
Enerjiyi dondurduğumuzda maddeyi, maddeyi ışık hızında harekete
geçirdiğimizde enerjiyi elde etmekteyiz. Lirayı kuruşa çevirebildiğimiz
–ya da tersi- maddeyi enerjiye, enerjiyi maddeye çevirebiliyoruz.
Atomaltı parçacıklar sadece hareket ediyorlar değil, bizzat hareketten
ibarettirler. Her ikisi de aynı mekân-zaman gerçeğinin farklı iki
cephesinden ibarettir. Yani; atomaltı parçacıklar mekân açısından
“kütleye sahip nesneler” olarak, zaman açısından ise; “m.c2 miktarında enerjiye sahip hareketler” olarak değerlendirilir.
Artık kabullenmeliyiz ki, dünya birbirlerinden bağımsız, büsbütün
birbirlerinden yalıtılmış unsurlara ayrılamaz. Artık nesne ile özne,
neden ile etki arasındaki ayırımın bulanıklaşmasıyla dünya görüşümüze
güçlü bir bütüncül unsur katılmıştır. Heisenberg’in dediği gibi,
dünyanın nesne ve özneye, iç dünya ve dış dünyaya, beden ve ruha ayırmak
realiteye uymamaktadır.
Maddenin yapısı mekanik değil, dinamiktir. Makroskopik maddi
nesneler her ne kadar pasif ve durgun olarak görünüyorsa da onların
elementer parçacıkları sürekli hareket halindedir. Yatışmazlık onların
temel vasfıdır. Ölü bir taşa dikkatlice baktığımızda, onun bütünüyle
faaliyet halinde olduğunu görürüz.
Modern fizik, maddeye neredeyse “kütlesiz kütle” olarak bakmaktadır.
Maddî parçacıkların uzayda sadece kuvvet alanları sayesinde kütle
kazandığını düşünür. Kuantum fiziği nesnelerin kütlelerini içinde
bulundukları alandan aldığını ifade eder. Örneğin; proton kütlesinin
hemen hemen tamamını, protonu oluşturan üç kuarkın kuvvet alanlarının
enerjisinden alır.
Bunları uzatabiliriz. Sonuç itibariyle madde, enerji nedir? Hayat
nerede başlar ve biter? Canlılığın başladığı sınır neresidir? Atomlara
ya da atomaltı parçacıklara kim cansız diyebilir? Artık “zaman”; eski
zaman değil! O da canlandı. Zaman her daim yeniden yaratılıştır. Dört
temel etkileşmeyi sağlayan ara parçacıklar, sürekli yaratılıp, yok
edilmektedir. Artık kütleyi bile “c2 /ışık hızının karesi”
cinsinden, zamanla tanımlıyoruz. Artık evrenin uzak köşesindeki tek bir
atomun varlığı ve bunun elektrik yükü hepimizi ilgilendirmektedir. Zira
hepimizin yaşamı bu kozmik düzene ve dengeye bağlıdır. Madde-enerji,
parçacık-dalga, uzay-zaman o kadar iç içedir ki, sürekli hareket,
karşılıklı etkileşmeler, harika bir kombinezasyon sürüp gitmektedir.
Artık evrene mekanik bir saat nazarıyla değil, dinamik, şuurlu bir canlı
olarak bakılmaktadır.[6]
Ya da en basit canlılara, mesela; bir virüse, sıradan bir hücreye
baktığımızda hayretler içinde kalmaktayız.20 kadar aminoasid, 5
nükleotid ve bir kaç basit şekerin (monosakkarit) bir araya gelmesiyle;
nükleik asit, protein ve polisakkarit gibi moleküllerin oluştuğunu
görmekteyiz. Bu moleküllerin mükemmel bir organizasyonuyla da,
organeller (hücre içi birimler) ve de hücreler meydana gelir.
Vücudumuzda, en az 100 trilyon hücre vardır. Ki bu; her bir saniyede 8
milyon yeni hücrenin doğması demektir.Genetik bilgilerimizi içeren
kromozomların bulunduğu hücre çekirdeği; milimetrenin yüzde biri
çapındadır. Kromozomlardaki DNA zinciri uç uca eklense iki metre
uzunluğunda bir zincir elde edilir. Başka bir ifadeyle, çekirdek kendi
çapından iki yüz bin kat daha uzun olan DNA sarmalını çok rahat içine
sığdırabilir. Hücreleri; enerji merkezleri (mitokondriler), yerel
yönetim merkezleri (anayasası DNA olan çekirdek) ve sindirim merkezleri
(lizozomlar) gibi temel öğeleri olan ve sınırları içinde birçok
etkinliğin yapıldığı şehirlere benzetebiliriz. Tabii en modern şehirler
bu hücrenin yanında çok iptidaî kalır.DNA ve genlerin esas amacı
proteinleri oluşturmaktır. Her bir hücre binlerce farklı proteine
sahiptir. Vücutta asıl işi proteinler yapar. Enzimler kimyasal
reaksiyonları kontrol eder, hormonlar sinyalleri taşır, antikorlar
mikroplarla savaşır, hemoglobin oksijen taşır., vs. Kısaca protein
moleküllerini; vücudumuzda yürümek, görmek, işitmek, kalp atışı,
sindirim, solunum, atıkların uzaklaştırılması gibi her işin üstesinden
gelen ustalara benzetebiliriz.DNA kendi kendini kopyalayabilir., vs.
Yani ilkel insanlar cam bilyeler gibi cansız, şuursuz, hareketsiz
nesnelerden oluştuğunu zannettikleri atomlara hayatiyet verecek “bir
ruh, ilahi bir soluk” olmalı diye düşünmüşlerdir. Eksik gözlem ve yanlış
bilgi onları bu sonuca götürmüştür.
***
Üç semavi dinin tarihi süreç içinde oluşan teolojileri, geniş halk
kitlelerinin ruh inancının nasıl olması gerektiğini belirlemiş ve bu da
“ruh-beden” dualizmi yönünde olmuştur. Fakat günümüzde birçok teist
düşünür insanın bir tek maddi cevherden oluştuğu fikrini –zor ve geç de
olsa- kabullenmeye başlamıştır.
Ruhun bağımsız bir cevher olup olmadığı tartışmasını ilahi dinlerin
teolojisini inceleyip baktığımızda ruhun bedenden ayrı bir cevher
olduğuna dair net bilgiler bulamamaktayız. Dini metinlerden elde
ettiğimiz veriler dualist (iki cevherci) bir inancı bizlere dayatmadığı
ortadadır! Şimdi Tevrat, İncil ve Kuran’da geçen ve genelde, maddeye can
verdiğine inanılan, sezilgen, maddi olmayan, latif cevher, “ruh” olarak
anlaşılan kelimelere bir göz atalım;
Joel Green, İbranice “nephes, basar, leb ve ruah gibi” ve Yunanca
“soma, psyche, pneuma ve sarx” gibi terimlere yüklenen ruh anlamına
karşın, bu kelimelerin semantiğinin farklı anlamlar içerdiğini
göstermiştir. Green, “nephes” kelimesine genelde ayrı cevher anlamında
ruh/soul manası verilse de ‘yaşam, kişi, nefes, insanın özü, benlik,
istek’, şeklinde anlam verilmesinin mümkün olduğunu ifade eder. “Basar”
kelimesinin ‘ten, vücut, deri, insanoğlu’ olarak, “Leb” kelimesinin
‘kalp, zihin, vicdan ve iç dünya’ olarak çevrilebileceğini
belirtmektedir. “Ruah” kelimesinin ise; ‘rüzgâr, nefes/soluk, idrakin
veya iradenin bulunduğu yer, tabiat veya can /spirit’ olarak
çevrilebileceğini ifade etmektedir. Green, İbranice’de “nephes”
kelimesinin insanın bütünlüğü içinde algı ve duygularını ifade ettiğini,
fakat insanın maddi vücudundan ayrı bir cevhere işaret etmesi
gerekmediğini açıkça göstermiştir.
Yahudilikteki “nephes ve ruah” gibi kavramlar; nefes almaya, hayatın
canlılık veren insanın dâhili unsurlarına işaret eder. Yani ruh;
bedenden ayrı bir tabiatı olmayıp, kendi kendine yaşamaya muktedir
olmayan, daha ziyade bedene canlılık veren can gibi, kan gibi bir
şeydir. İncil’de “psyche” Tevrat’taki nephes (nefeş) / nefes’in yerine
kullanılmıştır! Ruh yerine kullanılan “psyche” Pavlus tarafından bazen
ölümsüz yaşam gibi anlamlar için kullanırken, bazen de “hayat, şahıs,
arzu, duygu” için kullanılmıştır. İnsanın hem maddi, hem de manevi
yönünü belirtmek için psyche ve pneuma’yı birlikte kullandığı da
olmuştur. [7]
Green; bu çok anlamlılık sorununun, Yunanca kelimeler için de geçerli
olduğunu; “soma”nın; ‘vücut, fiziki varlık’ olarak; “psyche”nin; ‘iç
benlik, yaşam, kişi’ olarak; “pneuma”nın; ‘can /spirit, hayalet, iç
benlik, düşünme şekli, rüzgâr, nefes’ olarak; “sarx”ın ise; ‘ten, vücut,
halk /insanlar, inşa n, insan doğası ve yaşam’ olarak çevrilebileceğini
söyler. Green, Eski Ahitte ve Yeni Ahitte maddeden ayrı bir cevher
anlamı yüklenen yukarıdaki kelimelerle ilgili yaptığı tüm bu
açıklamalar, aslında bu kelimelerin maddi insan bedeninden “ayrı bir cevher” olarak anlaşılmaları için bir neden olmadığını göstermiştir.[8]
Eski Ahit ve Yeni Ahitte bahsedilen yukarıdaki ifadelere ayrı bir
cevher anlamı yüklemenin Platon’un erken dönem Kilise üzerindeki
yadsınamaz etkisinin sebep olduğu çok açıktır. Helen dünyasındaki
Gnostik, Yeni-Eflatuncu ve Maniheist akımların, maddi olanın kötülüğü ve
ölüm sayesinde bedene hapsolan ruhun kurtulduğuna dair fikirleri Kilise
üzerinde etkili olmuştur.[9]
Hz. İsa’nın dünyada ve diğer insanların ahirette dirilişi ile ilgili
Hristiyan dünyasında oluşan şüpheler, Hristiyan teolojisinde, ruhun
ölümsüzlüğüne vurgu yaparak, ahiret yaşamını temellendirmeye çalışan
yaklaşımı öne çıkardı. Platon’un ve Descartes’ın felsefelerinde ‘ruh’,
insan bedeninden farklı ve bedenden bağımsız bir cevhere sahiptir.
Descartes’ın dualizmi ve Kant’ın ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurduğu
pratik akıl nazariyesi de Hristiyan dünyasında epey etkili oldu.
Descartes ve Kant’ın yaklaşımları, modern dönemde iki cevherci yaklaşımı
savunanlara güçlü bir felsefi destek sağlasa da, özellikle son yüzyılda
teoloji ve Eski ve Yeni Ahit çalışmalarında dualizmin yerine “Kişinin
bütünlüğüne” vurgu yapan yaklaşımlar öne çıkmıştır.
Aslında ne Eski Ahit’te, ne Yeni Ahit’te, ne de Kuran’da cevher
kavramı geçmez! Ruh’un bedenden ayrı bir cevher olduğu inancı Yunan
felsefesinden ithaldir. Dualist görüşü Kur’an’la desteklemeye
çalışanlar, Kur’an’da geçen özellikle ruh ve nefis kavramlarıyla ayrı
birer cevher kastedildiğini ifade etmişlerdir. Muhalif görüşü
savunanlar ise; bunların ayrı birer cevher olmadığını, nefs ile bir
şeyin özü veya birey, ruh ile de; ilahi mesaj/Kur’an veya bu mesajı
getiren melek veya Allah’ın emri kastedilmiştir derler!
İnsanın bedenden ayrı bir ruhu olduğunu iddia edenler, -dualist
yaklaşımı benimseyenler- aşağıdaki ayetleri delil olarak getirirler.
اَللّٰهُيَتَوَفَّىالْاَنْفُسَحٖينَمَوْتِهَاوَالَّتٖىلَمْتَمُتْفٖىمَنَامِهَافَيُمْسِكُالَّتٖىقَضٰىعَلَيْهَاالْمَوْتَوَيُرْسِلُالْاُخْرٰىاِلٰىاَجَلٍمُسَمًّى
“Allâh, ölüm anında nefisleri/canları alır, ölmeyenleri de uykularında; sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, diğerlerini de belli bir süreye kadar salıverir.” [Zümer/42]
Ruh-beden dualizmini savunanlar bu ayeti, “insanlarda iki tane nefs
var; birisi uykuda alınıyor, diğeri beden de kalıyor, uykuda ve ölüm
anında alınan bu ikinci nefs; ruhtur, şeklinde tefsir etmektedirler. Bu
nefs’in /ruhun uyku anında alıkonmasının ve sonra bedene gönderilmesinin
nefsin beden-dışı bir varlık olduğunu gösterdiğini söylerler. Karşıt
görüş sahipleri ise, bu ayetten çıkarılacak anlamın, ‘ölümle uyku
arasındaki kısmi benzerlik ve Allah’ın bir lütfu olarak insanın uykudan
sonra sanki dirilir gibi uyandırılması’ olduğunu söylerler.
Oysa; ölmeyen kimselerin nefislerinin/canlarının/ruhların uykuda
alınması hem akla, hem bilime, hem de Kuran’a aykırıdır. Zira diğer
ayetler ölümün tek bir defa olduğunu söyler. Aklen ve tıbben de
bilindiği üzere; ölüm tek bir defadır! Eceli/vakti gelen nefs ölür ve
ölümü tadan bir nefs de bir daha geriye dönmez!Her akşam-sabah insan
ölüp-dirilmez. Ayete bu zorlama anlamları verenlere sadece bu ayetin
içinde üç tane önemli ihtar bulunmaktadır.
Yani; eceli gelmeyenin Allah canını almıyor. Ayet; bizlere ölümün her daim insanın başında olduğunu ihtar etmektedir. İster ölüm halinde, isterse uyku halinde nefisler O’nun elindedir. Yine bu nefsin alınması da, sadece ölüm anında, ölümü kararlaştırılan /eceli gelenler için söz konusudur. Öyleyse; uyku anında teveffî etmeyi/ölümü bildiğimiz ölüm olarak nitelemeyerek, “Bir nevi ölmek, ölü gibi uyutmak” şeklinde anlamalıyız. Rabbimiz bu ayette; önce “vefat” olgusuna dikkat çekmiş, sonra da sağ olanları ölümün bir benzeri olan uyku ile uyarmıştır. Uyku sırasında his, şuur, idrak, hareket ve irade gibi melekeler devre dışı kaldığından, insan bir bakıma ölü gibidir. Öyle ki, ecelleri gelenler ölüme benzeyen bu halden gerçek ölüme geçirilmekte, ecelleri henüz gelmemiş olanlar ise ömürlerinin geri kalanını yaşamak için hayata döndürülmektedir. Yukarıdaki ayeti [Enam/ 60-1] ayeti o kadar güzel tefsir etmektedir ki!
- Bir; Allah canları “Ölüm anında” alır, başka bir zamanda değil, mesela her uykuda değil!
- İki; Allah, ölümüne hükmettiklerinin canını alır.
- Üç; “belirlenmiş vakti/eceli” gelenlerin alır.
Yani; eceli gelmeyenin Allah canını almıyor. Ayet; bizlere ölümün her daim insanın başında olduğunu ihtar etmektedir. İster ölüm halinde, isterse uyku halinde nefisler O’nun elindedir. Yine bu nefsin alınması da, sadece ölüm anında, ölümü kararlaştırılan /eceli gelenler için söz konusudur. Öyleyse; uyku anında teveffî etmeyi/ölümü bildiğimiz ölüm olarak nitelemeyerek, “Bir nevi ölmek, ölü gibi uyutmak” şeklinde anlamalıyız. Rabbimiz bu ayette; önce “vefat” olgusuna dikkat çekmiş, sonra da sağ olanları ölümün bir benzeri olan uyku ile uyarmıştır. Uyku sırasında his, şuur, idrak, hareket ve irade gibi melekeler devre dışı kaldığından, insan bir bakıma ölü gibidir. Öyle ki, ecelleri gelenler ölüme benzeyen bu halden gerçek ölüme geçirilmekte, ecelleri henüz gelmemiş olanlar ise ömürlerinin geri kalanını yaşamak için hayata döndürülmektedir. Yukarıdaki ayeti [Enam/ 60-1] ayeti o kadar güzel tefsir etmektedir ki!
“60:1 Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan)… sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. …Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alır…”
Ruhun var olduğuna dair şu ayet de delil olarak getirilir;
“Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki; Ruh Rabbimin emrindendir /Rabbimin bildiği bir iştir. Size pek az ilim verilmiştir.” [İsra/85]
Ayette sözü edilen ruh, vahiy meleği olan Cebrail’in kendisi
veya işlevidir. Buna göre ayet; vahyin niteliğinin insan tarafından
idrak edilemeyecek bir mesele olduğunu bildirmektedir. Zaten devamındaki
ayetler bu ruhun ne olduğunu o kadar güzel tefsir etmektedir ki!
Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed’in (s.a.v)’in vahiy dediği şeyin
mahiyetini, ne olduğunu soruyorlardı. Allah da, ruhu /vahyi Allah’ın
gönderdiğini ve bunun mahiyetini anlamanın insan idrakinin fevkinde
olduğunu, insanların bunu anlayabilecek bilgilerinin çok kıt olduğunu
söylemektedir.[10]
Devamındaki ayetler de zaten bu “ruh”un; vahiy ve Kuran olduğunu söylemektedir. [İsra/86-8]
Ayetler özetle; “Ruh /vahiy indirmek Rabbinin işidir. Vahyin mahiyetini anlamanız mümkün değildir. Dilerse sana indirdiği vahyi alır, unutuverirsin. Ama sana olan geniş rahmetinden dolayı O bunu yapmaz. Bu vahiy /Kuran Muhammed’den olsaydı siz de onun benzerini getiriverirdiniz. Getiremediğinize göre vahyin /ruhun Allah’ın emri /işi” olduğunu anlayın demektedir.
Devamındaki ayetler de zaten bu “ruh”un; vahiy ve Kuran olduğunu söylemektedir. [İsra/86-8]
Ayetler özetle; “Ruh /vahiy indirmek Rabbinin işidir. Vahyin mahiyetini anlamanız mümkün değildir. Dilerse sana indirdiği vahyi alır, unutuverirsin. Ama sana olan geniş rahmetinden dolayı O bunu yapmaz. Bu vahiy /Kuran Muhammed’den olsaydı siz de onun benzerini getiriverirdiniz. Getiremediğinize göre vahyin /ruhun Allah’ın emri /işi” olduğunu anlayın demektedir.
Tartışma konusu olan diğer ayet ise şöyledir;
“Ona güzel bir şekil verip, ruhumdan üfleyince …” [Hıcr/29]
Ayette Hz. Âdem’in çamurdan yaratılmasından sonra Allah’ın
ruh üflemesinden bahsedilir. Ruhçular; ayetin “beden ve ruh” gibi farklı
iki cevherin bir araya getirilmesini tasvir ettiğini düşünürler.
Oysa bu ayeti, Maturidi, Taberi, Zemahşeri, Razi ve Kurtubî gibi
müfessirler, Cebrail ile ilişkilendirilerek açıklamış veya cansız
bedenin hayat kazanmasını anlatan bir ifade tarzı olarak
yorumlamışlardır. [11]
Kuran’da üç defa ilk insanın/Âdem’in, iki defa da İsa’nın
yaratılmasının anlatıldığı yerlerde olmak üzere toplam beş defa “ruh
üflemek” geçmektedir. Çok ilginçtir “ruh üflemek” tabiri, Âdem ve İsa
gibi iki olağan dışı yaratma olayının temsili olarak anlatıldığı bu
ayetlerde kullanılmıştır.
Oysa diğer insanların veya insan türünün anne karnında yaratılmasının tasvir edildiği diğer ayetlerde “nutfe, alaka, mudga gibi” oldukça ayrıntılı yaratma safhalarına değinilmiş olmasına rağmen, anne karnındaki cenine “ruh üflemek”ten bahseden herhangi bir ayet yoktur.
Oysa diğer insanların veya insan türünün anne karnında yaratılmasının tasvir edildiği diğer ayetlerde “nutfe, alaka, mudga gibi” oldukça ayrıntılı yaratma safhalarına değinilmiş olmasına rağmen, anne karnındaki cenine “ruh üflemek”ten bahseden herhangi bir ayet yoktur.
Burada Âdem’e ve diğer canlılara ruh üflenmesini anlayabilmek için
“nefh / üflemek” kavramının Kuran’daki kullanımına bakmalıyız. İsa’nın
çamurdan yaptığı kuşa üflemesi, Allah’ın izniyle o kuşun canlanmasıdır.
İsrafil’in İkinci Sur’a üflemesi; İnsanların yeniden canlanması ve
dirilmelerini ifade eder. Ya da demirin körüklenmesi [Kehf/96] ile
kastedilen de, üflenen ateşin alevlenmesi, hareket ve canlılık
kazanmasıdır. Öyleyse; “Ruh üflemek” ile kastedilen; Allah’ın ilmi ile
maddî bedene canlılık özelliklerinin verilmesidir. Âdem’e ve İsa’ya
ruhun üflenmesi; onların canlanmasıdır. Allah’ın ol emrinden sonra
olmasıdır. Yani; nefh /üfleme bir mecazdır. Allah’ın ağzı olmadığı gibi,
O’ndan dışarı bir “ruh-u menfûh /üflenmiş bir ruh” da çıkmaz.
İslam düşünürlerinin ruh-beden dualizmini benimsemelerinde asıl
etkili unsur ayetler değil, daha çok başka felsefelerden gelen
etkilerdir. Ayrıca onlar ölüm sonrası yaratılışı, ruhun bedene iadesi
ile izah etmeyi yöntem olarak benimsemişlerdir. Bu kimseler şöyle
düşünür; eğer insan sadece maddi bedenden oluşuyorsa, -ölüm fiziksel bir
süreç olduğundan- ölümle beraber kişinin bedeni de yok olacağından,
onun ikinci bedenlenmesi nasıl olacaktır? Derler ki; insanın ruhu
olursa, dağılan atomları bir araya getirilir, sonra da, bu toplanan
parçalara ruhu iade edilir ve yaşam kaldığı yerden devam eder. Oysa bu
çok naiv bir çözüm denemesidir. Bir defa insanın atom, molekül yapısı bu
dünyadaki gibi olamaz, olmamalı! Çünkü ebedi hayatın biyolojik ve
kimyasal yapısı tamamen farklı olmak zorundadır. En azından bu yeni
yaşam karbon kimyasına dayanmamalıdır. Aksi halde orada da kısa sürede
yaşlanır ve fena buluruz. Oysa orası ebediyet yurdudur ve orada ölüm
yoktur. Ayrıca vücudumuzdaki hücreler onlarca kez ölmekte, yerine
yenileri yaratılmaktadır. Ve yine; atomlarımız kimlik taşımazlar! Eğer
evren kendi üzerine kapanırsa/ Kapalı evren Modeli, atomlar atomaltı
parçacıklara dönüşecek, onlar da kuantumlara!
Hepimiz –yerleşik kültürlerin etkisiyle- ölüm anında Azrail’in
ruhumuzu kabzettiğine ve ruhumuzun da istemeye istemeye yıllarca iç içe
yaşamış bedenimizden ayrıldığını düşünür. Oysa; Ölen nefs/ kişidir.
Çıkıp-giden, candır! Sona eren canlılıktır! Kur’an; insanın ruhunun
alındığını değil, canının alındığını belirtir.
“Her nefis ölümü tadıcıdır.” [Ankebut/57] “Allah eceli gelen hiçbir nefsin ölümünü ertelemez.” [Münafikun/11] “Ey itminana ermiş nefis, dön rabbine!” [Fecr/27] “Nefislerinizi çıkarın /canlarınızı verin…”[Enam/93] “Allah onların kâfir olarak nefislerini /canlarını almak istiyor” [Tevbe/55]
Gerçekten de, Kuran’da zikredilen bu ayetler bağlamlarıyla birlikte
ve semantik bir yöntemle incelendiğinde, mucizevi bir şekilde Âdem ve
İsa’nın yaratılışını anlatan ayetler dışında Kur’an ruh kelimesini
“beşeri ruh” anlamında değil, “Cebrail/melek, vahiy veya Kuran” anlamında kullanıldığını görmekteyiz.
Erken dönem müfessirlerden Mukatil b. Süleyman (v.150) ruh
kelimesinin beş vechi /farklı anlamı olduğunu söyler. Bunlardan hiç biri
bizim ruh kelimesine yüklediğimiz anlamı içermez. Ona göre, birinci
vecih; rahmet, ikincisi; cesedi melaikeye, yüzü insana benzeyen
göklerdeki melaikeden bir melek, üçüncüsü; Cebrail, dördüncüsü; vahiy,
beşincisi; İsa’ (a.s) dır. [12]
Anlaşıldığı kadarıyla Mukatil zamanında ruh kavramı Yunan felsefesinden henüz intikal etmemiş olmalıdır.İlk defa İhvan; nefs’i ruh anlamında kullanacak, bilahare Gazali ve Razi ile bugünkü anlamıyla “bedene canlılık kazandıran” ilahi nefha olarak kullanılması yaygınlaşacaktır.
Anlaşıldığı kadarıyla Mukatil zamanında ruh kavramı Yunan felsefesinden henüz intikal etmemiş olmalıdır.İlk defa İhvan; nefs’i ruh anlamında kullanacak, bilahare Gazali ve Razi ile bugünkü anlamıyla “bedene canlılık kazandıran” ilahi nefha olarak kullanılması yaygınlaşacaktır.
Nefs kelimesinin; nefes almaktan türediği ve nefes alan kişi anlamına
geldiği kabul edilir ve “enfüs/nefisler/canlar” ve “nüfus/insanlar”
gibi iki çoğulu vardır. Nefs kelimesi; Kur’an’da hiçbir yerde melekler
için kullanılmamıştır. Nefs; kişi, şahıs, beden ve can gibi anlamlara
gelir. Müennes/dişil’dir. Ruh ise; müzekker/eril’dir. Kur’an’ın hiçbir
yerinde ruh kelimesinin çoğulu ‘ervah/ruhlar’ ya da; ‘ruhlar âlemi’
olarak kullanılmamıştır. Eğer ruh bizim anladığımız anlamı ihtiva
etseydi, ‘ruhlar’ ifadesi de geçecekti.
Bizim psikoloji (ruh bilim) dediğimiz ilmin adı; Osmanlıca’ da bile
“İlmü’n-nefs”tir. Nefs kelimesi, felsefede de “anima, Külli nefs”
olarak kullanılmıştır. Bu külli nefs; “Âlemin ruhu” şeklinde tefsir
edilmiştir. Aristo’nun “bedenden ayrı bir cevher” olarak tanımladığı
nefs’i, İslam filozofları soyut bir cevhere, yani; “ruh’a”
çevirmişlerdir.[13]
Ruh kelimesini Bedevi Araplar, çölde esen rüzgâr, bu rüzgârla ağaç
yaprakların kımıldaması ve insanın bundan duyduğu haz olarak algılarlar.
Onlar nefs ve ruh kelimesini birbirinin yerine kullanmamışlardır.
Cahiliye Arapçasında da, ruh; “nefes, soluk” anlamında kullanılmışsa da,
asla cin, melek veya insanın manevi yönünü ifade etmek için
kullanılmamıştır.[14]
Ruh kelimesi Yunan felsefesinden aktarıldıktan sonra Kuran’da ruhtan
bahseden ayetlerin bir kısmına bu anlam yüklemesi yapılmıştır. İşin özü
budur. İsterseniz konuyu biraz daha açalım.
Kuran’da ruh;
* Cebrail anlamında kullanılmıştır.
“Onu kutsal ruh (Cebrail) indirdi.” [Nahl/102], “Meryem’e ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik de ona düzgün bir insan olarak göründü.” [Meryem/17]
Ruh’ul-Kuds veya Ruh’ul-Emin olarak gelmiştir ki bu da; Vahiy meleği Cebraildir.
“Meryem oğlu İsa’ya apaçık deliller verdik ve onu Ruh’ul-Kuds ile destekledik” [Bakara/87]
olarak gelmiştir ki bu da; ya Cebrail, ya da vahy
anlamındadır. [Bakara/87, 253, Maide/110, Nahl/102]” yine “Melaiketü
ve’r-Ruh” şeklinde melekler ile birlikte anılan ve “Ruhenâ/Ruhumuz”
şeklinde geçen “Ruh” Cebrail’dir.
* Vahiy anlamında kullanılmıştır.
“Emrimizden sana ruh (ilahi mesaj) vahy ettik” [Şura/52], “…O kullarından dilediğine emrinden ruhu (vahyi) indirir” [Nahl/2], , yine şu ayetler; [İsra/85, Mücadele/22]
* Kuran anlamında kullanılmıştır.وَكَذٰلِكَاَوْحَيْنَااِلَيْكَقُرْاٰنًاعَرَبِیًّا
“Böylece biz sana Arapça bir Kur’an vahyettik” [Mümin/15]
Yine ‘Rûhî, rûhihi, ruhunâ’ tamlamalarında geçen ‘Benim ruhum, O’nun
ruhu, Bizim ruhumuz’ şeklindeki izafet tartışmalara neden olmuştur.
Buradaki izafetle yapılan tahsis Cebrail’in Allah’ın nezdindeki yüksek
mertebesine vurgu yapmak, onu şereflendirmek ve yüceltmek içindir.
Tıpkı; “Evimi /Kâbe’yi temizleyin…” [Bakara/285] ayetinde olduğu gibi. [15]
Allah’ın evinin olması düşünülemez! Allah’ın Kâbe’den ‘evim’ diye söz
etmesi, nasıl onu Allah’ın evi yapmıyorsa, aynı şekilde ‘ruhum’ ifadesi
de, onu “Allah’ın ruhu” yapmaz! Ayetlerde geçen ‘ruhum’ ifadesini
özellikle Allah’ı insanlaştırmaya, ya da; İnsanı Tanrı’nın bir parçası
yapmaya çok meraklı, Pagan filozoflarının sudur teorisinden etkilenen
bir takım sufiler tarafından Allah’ın kendisinden bir parça veya
özelliği insana vermesi şeklinde yorumlanmıştır.
İsa (a.s)’a “O’ndan bir ruh, Ruhullah” denilmesini kabul edemeyiz,
zira bu Hristiyanların iddiasıdır. Allah’ın ruhu’nu (gündelik hayatta
kullandığımız anlamda) içinde taşıyan Hâşâ Allah olur. Zaten bundan
dolayı Hristiyanlar İsa’nın ulûhiyetine kâil olmuşlar ve onu
tanrılaştırmışlardır. Oysa İsa; tıpkı sıradan bir insan gibi ölümlü bir
beşerdir, Allah’ın kulu ve rasulüdür. Yaratılışı Âdem gibidir. Âdem hem
babasız, hem de annesiz yaratılmasına, ona da ruh üflenmesine rağmen ona
ulûhiyet vermiyoruz, ona “ruhullah” demiyoruz. İsa da bu anlamda
Allah’ın ruhu değildir. Belki Allah’ın vahyi, kelimesi/canlı ayetidir.
Tüm insanlar Âdem ve İsa’nın sahip olduğu insanî niteliklere sahiptir,
mahiyetleri birdir. Yerler, içerler, ölürler, vs.
Ayetlerde geçen “ruhumuz veya ruhum” ile kastedilen Cebrail’dir. Allah’ın;
“Meryem’e ruhumuzdan üfledik” [Meryem/17-9]
ayetindeki “üfledik” tabiri ile Cebrail/Ruh vasıtasıyla Meryem’in İsa
(a.s)’a hamile kalması kastedilmiştir. Bakire Meryem’e, Allah’ın
ruhu/Cebrail, düzgün bir insan suretinde görünmüş, ona dokunmaksızın
Allah’ın emrini yerine getirmiştir. Âdem’e “Ruhumdan üfledim” [Hicr/29] ayetiyle, Ruh /Cebrail vasıtasıyla ona hayat verdim şeklinde anlaşılmalıdır. [16] Yoksa bizzat Allah’ın kendi zatından bir ruh/ilahi nefha üflemesi söz konusu olur. Öyle olursa insan O’ndan olur ve O olur.
“O’ndan bir ruh” [Nisa /171] ifadesi;
Allah’ın bizzat kendisinin yarattığı insan/İsa anlamında olmalıdır.
Maturîdî; “O’ndan bir ruh” denilmesinin nedeni olarak, İsa’nın ölüleri
diriltmesi, hastaları iyileştirmesi olabileceğini söyler. Zaten
Hululiyye dışında hiçbir İslam âlimi İsa için O’ndan ayrılan bir parça
olduğunu söylememiştir! [17]
[Mücadele/22] de geçen “O’ndan bir ruh” ifadesi de şu minval
üzeredir: Allah’ın dinine bağlılıklarını zor zamanlarda bile gösteren
müminler övülmekte, Allah’ın onların kalplerine imanı yerleştirdiği ve
kendisinden bir ruh ile desteklediği ifade edilmektedir. Kalplerindeki
iman canlılık ve güç kazanmaktadır.
Yine Yuhanna ed-Dımeşkî, “O’ndan bir ruh”
ibaresinde geçenمِنْهُ den Hz. İsa’nın Allah’ın bir parçası olduğuna
Kuran’dan delil getirmeye çalışmıştır. Oysa ‘min’ harf-i cer’i; ibtida
ve nihayet /başlangıç ve son ifade ettiğinden anlam; ‘o ruh Allah’tan
Meryem’e gönderilmiştir’ olur. Buradaki ‘min’; ‘ba’dıyyet /bir parçası’
anlamında değildir.
Nitekim “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirmiştir”. [Casiye/13] ayetinde geçenمِنْهُ ye; O’ndan, O’nun bir parçası anlamı vermemiz gerekirdi ki, bu takdirde anlam hâşâ “bütün kâinat Allah olmuş” olur.
Nitekim “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirmiştir”. [Casiye/13] ayetinde geçenمِنْهُ ye; O’ndan, O’nun bir parçası anlamı vermemiz gerekirdi ki, bu takdirde anlam hâşâ “bütün kâinat Allah olmuş” olur.
Öyleyse “Bizim ruhumuz yok mu? Biz ruhsuz muyuz?” Denilirse,
Maalesef, Hayır! Bizim ruh dediğimize Kuran ‘nefs’ demektedir. Daha
doğrusu; -eğer var ise- ruh da dâhil olmak üzere insanın tamamına nefs
demektedir. Kuran’a göre insanın beden ve ruh’tan oluştuğuna, yani çift
cevherli olduğuna dair herhangi bir kanıt yoktur.
Kur’an’da nefs asla,
“mahiyeti bilinmeyen yaşatıcı ruh, hayat veren soluk” anlamında
kullanılmamıştır. Ruh da asla “can, nefis ve insana hayat veren nuranî,
lahuti varlık” anlamında kullanılmamıştır. Önceleri ruh ve nefs farklı
anlamlara sahiptiler. Daha sonraları ayırım gözetmeksizin aynı manalar
için kullanılmıştır. Yunan kültüründen ruh kavramı ithal edilince bu
kelime anlam genişlemesine uğramıştır. Kuran’dan ‘ruh’ kelimesi ödünç
alınarak, bu kavrama isim yapılmıştır. ‘Vahiy, Cebrail, Kuran, Allah’ın
emri’ gibi anlamlar için kullanılan Kuran’daki ruh, artık nefs, can,
insanı yaşatan mahiyeti meçhul ilahi bir nefha oluvermiştir. Ama şunu
artık tam olarak anlamalıyız;
Kuran’daki nefs; insanın maddi-manevi sahip olduğu her şeyin bütünüdür.
Nefs, asla onun iç dünyası, duyguları,
hisleri, manevi yönü değildir. Etiyle, canıyla, benliğiyle tamamıdır. O
artık canıyla /ruhuyla ve eti-kemiğiyle ayrılmaz, tecezzi kabul etmez
bir bütündür. Kişinin mizacı, karakteri, nasıl birisi olduğu ruhunu
değil, nefsini /benliğini gösterir. Bütün kâinata tevhid nazarıyla
bakmamızı emreden dinimiz, insanı bu tevhidi bakıştan, bütüncül
yaklaşımdan hariç tutmaz.
Platon ve Hint düşüncesinde ruhun hem ebediliği ve hem de ezeliliği
söz konusudur. Böyle bir ruh düşüncesi; Tanrının varlığına ve O’nun
yaratıcılığına merkezi bir rol vermeyen reenkarnasyoncu felsefelerinin
olmazsa olmazıdır. İlahi dinler ise; yeniden yaratılışın Tanrının
kudreti ve lütfu ile gerçekleşeceğini, ruh ve maddenin yaratılmış
varlıklar olduğunu söyler.
Şurası çok açıktır ki; İslam düşüncesinde yeniden yaratılış; ruhun
ölümsüzlüğü sayesinde değil, Tanrının ilmi ve kudreti ile
gerçekleşecektir.
“Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmağa kadir değil midir?” [Yasin/81]
Ahiret günü diriltilen nefs, davranışlarından sorumlu tutulan insanın
nefsi/kendisidir, ruhu değildir. Yani; ruh yaratılmayacak ve hesaba
çekilmeyecektir.
Bakınız [Kehf/28, Nahl/111, Hud/105, İnfitar/5,
Tekvir/14, Ahzap/66]
Kuran; “insanın öldükten sonra tekrar diriltilmesi” meselesinde soyut
bir cevher olan ruhun bedene iadesinden hiçbir yerde bahsetmez! Onun,
ikinci diriliş tasvirinde ana eksen, “insanî varlığın iadesi” dir.
Kuran, ahiret mevzuunda “bedensiz ruhlardan” hiçbir yerde
bahsetmemiştir. Sebebi oldukça basittir; Kuran ruh ve beden dualizmini
ima eden bir insan tasvirine hiçbir yerde atıf da bulunmamıştır da
ondan! Bedenden ayrı bir ruhun var olduğu ve ölümden sonra onun
varlığını bedensiz de olsa devam ettireceğinden Kuran tek satır olsun
bahsetmez! [18]
Acaba neden? Unutmuş olabilir mi?
Acaba neden? Unutmuş olabilir mi?
İnsanın ruh, beden ve nefs’ten oluştuğuna dair inanç eski Yunan
felsefesine, Eflatun ve talebesi Aristo’ya kadar uzanır. Bu inanç
Hristiyan dünyasını da etkisi altına almıştır. Öyle ki; Hristiyanlıktaki
ahiret inancı bile “ruhun ölümsüzlüğü” ile ifade edilir olmuştur.[19]
Antik Yunan eserleri Arapçaya çevrilince İslam dünyasında bunların
etkileri görülmeye başlanacak, Yunanca “pneuma” kelimesine karşılık
olarak, Kuran’dan ruh kelimesini ödünç alınacaktır. Politeist ve
panteist Platon’un ruh anlayışı bizlere tevarüs etmiştir.
Hiçbir ontolojik /reel dünyada gerçekliği olmayan sudûr teorisi,
varlığın ruh- beden dualitesiyle kavranabileceği ön kabulü İslam
felsefesinin, özellikle de İşrakiliğin arızalarındandır.
Filozoflar ölüm sonrası hayatı daha çok ‘ruhun ölümsüzlüğü’ üzerine
inşa ederlerken, kelamcılar daha çok ‘ikinci dirilişi’ öncelerler.
Kıyametin kopmasından sonra –eğer var ise- ruhların da ölmesi
gerekmez mi? Çünkü ayetler Allah’tan başka her şeyin helak olacağını
haber vermektedir.
“Her şey helak olacak, yalnızca onun vechi / Zâtı baki kalacak.” [Kasas/88]
Melekler dâhil her şey yok olacaksa nefislerin /ruhların da yok olması söz konusudur. [20]
Bir diğer sorun; ruhun /nefsin bedenden ayrı var olup-olamayacağıdır.
Ölen bir insanın canı /nefsi /ruhu hayatiyetini devam ettirebilir mi?
Ölmüş, çürümüş bedenden ayrılan ruhun hayatını devam ettirip,
ettiremeyeceği sorunu ortada durmaktadır. Hayat olmadan şuur, ilim
olmaz. Beden olmadan da hayat, canlılık olmaz.
Eğer ruh madde ve zamandan tamamen soyutlanmış olarak mevcudiyetini
devam ettirebiliyorsa, o zaman o ölümsüzdür. Kadîm/ başlangıcı yoktur!
Ezelî/sonu yoktur! Böyle bir mücerret ruhun Tanrıdan farkı kalmaz. Bu
kadar soyut bir cevherin, madde ve zamanla mukayyet olan insanda da
barınamaması gerekmez mi?
Ruhun /nefsin insanın yaratılışından sonra, ya da yaratılışıyla
birlikte başladığını kabul etsek bile, bedenin yokluğunda canın/ruhun
ölmeyeceğine dair şer’i bir kanıt, açık, sarih bir ayet bulabilir miyiz?
Maalesef hayır. Tam aksine ayetler nefsin ölümlü olması konusunda
muhkemdirler. Ölüm yokluktur, yok olmaktır. Hayat bir şeyin varlığa
geçirilmesi, ölüm de bir şeyin varlığının veya sıfatlarının yok
olmasıdır. Yoksa ölüm, ruhun bedeni terk etmesi, ruhun yaşamaya devam
etmesi değildir. “Siz ölülerdiniz, o sizi diriltti” Yok idiniz var etti! “ Sonra tekrar öldürecek (yok edecek), sonra sizi tekrar diriltecek” [Bakara/28] O Allah, çürümenizden, yok olmanızdan sonra sizleri yeni baştan tekrar yaratacak!
Ruhun bedenden ayrı latif ve soyut bir cevher olduğunu kabul ve bunun
bedensiz olarak ölüm sonrasında yaşadığını kabul etmek, tenasühü
meşrulaştırmaya açılan yoldur! Bu ruha ölümsüzlük vermektir. Ruhun
kıyamet günü yeniden yaratılan bedene gireceğini kabul etmek tenasüh
değildir de nedir?
Ruhun ebediliği İslam’ın değil, İslam dışı kültürlerden bize tevarüs
etmiştir. En ilkel, Pagan toplumlardan! Ruh inancı reenkarnasyon,
tenasüh gibi inançları doğurmuştur. İnsanda Allah’tan bir parça olduğuna
dair inanç, insanları tanrılaştırmaya giden yolun kapısını açmıştır.
Ruhçuluk/Animizm en ilkel dinlerdendir. Şirk, ölmüşlerin ruhuyla temasa
geçmek, onlardan faydalanmak, ya da zararlarından korunmak üzerine bina
edilmiştir.
Kaynak: http://www.saadettinmerdin.com/genel/86-insanin-ruhu-var-midir.html
_________________________________________________________________________________
[1] Mehmet Dalkılıç, Ruh Bir Gayb Problemi midir?, Kuran ve Tefsir Araştırmaları, VI, İSAV/ 2004, s.253-64
[2] Mehmet Dalkılıç, İslam Mezheplerinde Ruh, s.224-37
[3] Mehmet Dalkılıç, İslam Mezheplerinde Ruh, İz Yay. 2004/İst.
[4] Süleyman Uludağ, Ruh md, C.35, s.193
[5] Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, www.evrim.gen.tr
[6] Saadettin Merdin, Tanrıyı Arayan Fizik; Ozon Yay. s.26-7, 163
[7] Ahmet Güç, Ruh md, DİA, C.35, s.198
[8] Joel B. Green, Restoring The Human Person: New Testament Voices
For A Wholistic And Social Antropology, , Vatican Observatory
Publications, Vatikan /2002, s. 4-5, nakleden; Caner Taslaman,
a.g.makale
[9] Caner Taslaman, Beden Ruh Dualizminde Teolojik Agnostik Tavır, http: // www. Canertaslaman. com/2011/09
[10] İbrahim Sarmış, Kuran-ı Anlama ve Anlamlandırma Seferberliği, Kuranî Hayat Der. Sayı;13, s.74-5
[11] Mehmet Dalkılıç, Ruh Bir Gayb Problemi midir?, Kuran ve Tefsir Araştırmaları, VI, İSAV/ 2004, s.258
[12] Mukatil b. Süleyman, el-Vücuh ve’n-Nezâir, s.63-4
[13] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s.49
[14] Mehmet Dalkılıç, İslam Mezheplerinde Ruh, s.24
[15] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s.51,2
[16] Y.Şevki Yavuz, Ruh md. DİA, C.35, s.187
[17] Mehmet Dalkılıç, İslam Mezheplerinde Ruh, s.24
[18]Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, www.evrim.gen.tr
[19] Mehmet Dalkılıç, a.g.e, s.121
[20] Y. Şevki Yavuz, a.g.ans, s.191
Yorum Gönder