Menu
 

Yazar, Mehmet Bahadır


“Din ve bilim çatışır dahası din ve bilim birbirinin sahasına girmemesi gereken iki ayrı disiplinlerdir ve hatta din bilimin önünde engeldir…” gibi pozitivizmi yüksek dozajlı eleştirileri duyar gibiyim. Oysa mesele hiç de öyle değil. Neden mi? Son iki üç asırdır, pazardan domates satın alır gibi fikir ve düşünce ithal eden Müslüman dünyasının aydını, yukarıdaki argümanları da Batıdan almıştır da ondan.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz üzere, Ortaçağda kilisenin menfaatlerini elden kaçırmamak için ilmin gelişmesine engel olması, ilim adamlarını aforoz etmesi, yakması, hapsetmesi, kilise ile bilim arasında bir çatışma olduğu fikrini doğurmuştur. Söz konusu anlayış, tabiatı ve tabiatın bilgisini Allah’tan alıkoyan bir perde gibi görmüş ve bu katı tutum, Reform hareketlerini de beraberinde getirmişti. Böylece kilise ve din anlayışı tekrar sorgulanır olmuştu. Akabinde insanlığı ve dünyayı felakete götüren naturalizm, pozitivizm ve metaryalizm gibi akımların doğmasına vesile olunacaktı.
Günümüzde ise bu sığ anlayışın devamı niteliğinde bir başka tezahür ortaya çıkmış, özellikle batıda bilim, dinden kopuk ve belli ölçülerde de ona karşı geliştiği için din ve bilim sanki iki ayrı sahalarmış gibi günümüz modern insanına servis yapılmıştır.
Oysa Bilim (külli) irade ve Kudret’e dayanan “İlahi Kanunların” keşfi neticesinden ortaya konan prensiplerden başka bir şey değildi. Bilime şu an ki olağanüstü mevkiini verenler, dini inkar veya kasten göz ardı eden bilim adamlarıyla, onlarla ittifak eden birtakım sermaye ve güç merkezleri olmuştur.
Bu küçük hatırlatmayla maksadım; İslam coğrafyasına da (Böyle bir coğrafyanın olduğuna şimdiler de pek inanmıyorum) bulaşan ya da ithal edilen bu zararlı akımların ve virüslerin kaynağına işaret etmek ve bizi rahatsız eden sivrisinekler bu bataklıktan geliyor diyebilmektir. Zira yakın tarihimizde de dinde reform hareketleri görülmemiş bir vaka değildir. (Bakınız : Türkçe Ezan, Tercüme ibadet: Kültürel bir şizofreni)
Tahrif edilmiş Hıristiyanlıkla (Vatikanizm) bilim arasında ortaya çıkan bu tarihsel çatışma, İslam ile bilim arasında da varmış gibi gösterilmesi de ayrı bir trajikomik bir hadisedir.
Konumuza dönersek;
Meseleyi iki boyuta indirgemek, İslam-Hiristiyanlık düzleminde ele almak yerine, İslam ve bütün İlahi dinlerin temeli olan Tevhid çerçevesinde konuyu ele almak daha sağlıklı olacaktır kanaatimce…
Bakalım Din ve Bilim birbiriyle çatışıyor muymuş?
Bilim adamları, kainatın yaşını 5-15 milyar yıl olarak tahmin etmektedir. Kainat bu kadar yıldır hiç bozulmadan, muhteşem bir denge içerisinde sürüp gitmektedir. Oysa gerek kainatın teşekkülü gerekse varlığının mucizevi bir şekilde devam etmesi, olasılık hesaplarına göre mümkün değildir. Aynen aşılanmış bir yumurta ve tek hücre olarak anne karnına düşen insanoğlunun hayat macerasının devam etmesi gibi…
Zira anne karnındaki cenin, annenin topraktan aldığı besinlerle beslenmeye başlar. Bu gıdalar zerreler halinde cenine yapı taşları olmaya başlar. Her geçen gün binlerce zerre cenine eklenmeye devam eder ve mükemmel bir insan vücudu ortaya çıkmaya başlar…Mesela bu esnada insan cenine yapı taşları olarak giden milyarlarca zerreden bir kaçı yanlış bir yere gitse, göze gidecek bir hücre kulağa gitse ya da dişe gidecek bir zerre beyne gitse ortalığı bir kaos alacak, denge ve düzen bozulacaktır. Sahi bu zerreler, yapı taşları tesadüfen mi gidecekleri yerlere gidiyorlar ya da çok mu zekiler? Ya da onları yönlendiren İlahi bir kudret mi vardır?
Daha bitmedi. Aynı gerçek insanın doğumundan sonraki hayatı için de geçerlidir. Zira insan doğduktan sonra da temelde topraktan aldığı gıdalarla beslenmeye devam etmekte, söz konusu yapı taşları yine ilgili organın ilgili hücresine şaşmaz bir düzen içerisinde gitmektedir.
Bugün 7 yaşındaki oğlum süt dişini döktü. Belli ki süt dişi görevini tamamlamıştı. O küçücük, bembeyaz diş, cismani olarak küçük olsa da ben de büyük bir tefekkür kapısını aralamaya yetmişti. Öyle narin ve mükemmel bir yapısı vardı ki, insan düşünmeden edemiyor ve bütün bu olup bitenleri kuru bir tesadüfe bağlamak ya da oluruna bağlamak ve yahut olanlara duyarsız kalmak, perde arkasındaki Yüce gücü görmemezlikten gelmek sanırım nankörlükte son nokta olmalıydı. Aklı ve iradesi olmayan diş hücreleri, dişimize değil de gözümüze gitseydi elden ne gelirdi demeden kendimi alamadım. Kainatta yaratılan her şeyin bir görevi olmalıydı. Tabi insanın da.
Bunun yanında insan aynı topraktan, aynı gıdalarla beslendiği halde simadan karaktere, parmak izinden fıtratına kadar farklı bir alemdi.
Bir diğer mevzu, insanın meydana gelmesinde olduğu gibi hayatının devamı da aslında adeta mümkün değildir. Zira mikroskobik bir yapı olan hücrelerde herhangi bir arıza olmaması ya da kılcallardan birinin tıkanmaması için hiçbir sebep yoktur. Ve hatta Hz. Ali’nin ifadesiyle “Her yudumda her lokmada -Hatta teneffüs edilen her havada- ölüm vardır”
O halde insanın da, kainatın da meydana gelebilmesi ve varlığını devam ettirmesi tam bir mucizedir. Bu mucizenin gerçekleşebilmesi için sonsuz bir ilim sahibi, sonsuz bir kudret sahibini gerektirmektedir. Bu kudret, ilim ve irade tek bir varlıkta toplanmalı ki, bu sistem bütün ahengi ve muhteşem düzeniyle meydana gelebilsin ve yine o Yüce kudretin istediği ana kadar devam edegelsin.
İşte adına “Allah” dediğimiz sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi, dinin de ilmin de gerçek sahibidir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle;
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmazVotre navigateur ne gère peut-être pas l'affichage de cette image. sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamazVotre navigateur ne gère peut-être pas l'affichage de cette image. biliyorsun. Nasıl oluyor kiVotre navigateur ne gère peut-être pas l'affichage de cette image. nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?”
Evet böyle bir şey ihtimal dahilinde bulunmuyor. Hiçbir şey sahipsiz değil. Hiç kimse başıboş değil. Öyle değil mi ?
Evet bir resim ressamsız da olmaz. Lakin ressamı, resmin içinde arama gayretleri de boşuna. Buna mukabil Yaradan bizlere, varlığına delil olsun diye sayısız işaretler de bırakmış. Bu işaretler ancak, gönül gözüyle, iman dürbünüyle görülürler. Aksi taktirde, kainattaki bu muhteşem ahengi, bu mucizevi hadiseleri, olup bitenlerin asıl failini terk edip işi tesadüflere bırakmaktan ya da materyalist felsefeye sarılmaktan başka seçeneğiniz ve hatta yapacağınız hiç bir şey yoktur.
Bu doğrultuda insana düşen görev; başını kaldırıp, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zât’ın hârika işlerine bakmak ve başıboş olmadığımızın farkına varıpVotre navigateur ne gère peut-être pas l'affichage de cette image. bu hadiselerin de başıboş olamayacağını idrak ederek Ve yine O’nun adıyla hadiseleri ve kainatı okumak olmalı değil midir? Evet kainattaki her hadise, yaşadığımız her anımız, düşünen bir insan için, Allah’a götüren birer ayet olması gerekmez mi? Aksi takdirde her türlü bilimi sular seller gibi yutmuş da olsak, “Kitap yüklü merkepler” ötesine varabilir miyiz sizce?
Meselenin bir başka boyutunda ise; bilimin, belli bir zümrenin tekeli altına alınmasıyla sermaye ve güç merkezlerine ve hatta ideolojik araçlara hizmet eder hale gelmesi, bakış açılarımızı çarpıtması ve kalın bir duvar olarak önyargılarımızı beslemesi vardır.
Mesela Nahl Suresi 66 .ayette;
“Şüphesiz (sağmal) hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarındaki fışkı (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (süzülen) içenlere halis ve içimi kolay süt içiriyoruz.” buyrulmaktadır.
Dekart’ın “Kartezyen Dualizm”inin düştüğü hataya düşmeden başka bir deyişle, dini bilime mahkum etmeden bu ayete biraz açıklık getirirsek;
Bugün bilim adamları, 1 kg sütün oluşması için, sağmal hayvanın memesine ortalama 10 ton kanın gidip gelmesi ve sirkülasyon yapması gerektiğini vurguluyorlar. Günde 40 kilo süt veren bir sağmal hayvan için, ortalama 400 ton kan sirkülasyon yapıyor demektir. Lakin bu verilerden bahseden bir cami hocasına bilimperestler yada seküler zihniyet hiç şüphesiz burun kıvıracaklardır. Tıpkı “Sütten denizler, baldan ırmaklar, meşrubattan nehirler” gibi cenneti anlatan ayetlere burun kıvırdıkları gibi…
Din ve bilim aynı gerçeğin iki farklı düzlemdeki ifadesinden bir açıdan da birbirini tamamlayan iki yüzünden ibarettir. Dolayısıyla aralarında en ufak bir çatışma veya çelişki olamaz…
Bilim, 108.000 km/saat hızla “dünya dönüyor” diyor, din ise; sebepler dairesinde ve hikmetine binaen Yüce Kudret tarafından “dünya döndürülüyor” diyor… Maneviyattan ve vahiyden kopuk bilim olayın failini terk ediyor ve işi tesadüflere bırakıyor…Aradaki tek fark bu kanaatimce. Ancak sonuçları itibarıyla önemli bir fark!
Kaldı ki, din bilhassa İslam taklidi bir imanı değil, araştırmaya ve delile dayalı bir inanmayı esas alır. Din’e taklidi bir imanla da girilebilse de, bu pek tasvip edilen bir durum değildir. Bu şekilde ki bir iman yapısı da çok çabuk sarsılabilir ve hatta yıkılabilir yapıdadır. Bu nedenle Kuranı Kerim ısrarla “düşünmüyor musunuz, aklınızı kullanmıyor musunuz, bakıp gözlemlemiyor musunuz” şeklinde ikazlar da bulunarak, hayat, tabiat, düşünce, bilim ve akıl arasında derin ve kopmaz bir münasebet kurar.
Bununla birlikte, “Tabiat” bilimin çalışma alanıdır. Gözlemlenebilen ve üzerinde deney yapılabilen maddi bir sahadır. İslam’da tabiat, Allah’ın Esma-ül Hüsna’sının mevcilenme yeridir. Ve tabiat bu özelliği ile Allah’a ulaştıran nurdan basamaklar diyarıdır. Dolayısıyla tabiat Kur’an gibi bir kitaptır. Kur’an ise, onun anlamını, kendisinden nasıl istifade edileceğini açıklayan kutsal bir broşür mesabesindedir. İnsan ise, aynı kitabin üçüncü nüshasıdır.
Kur’an, “güneşe, aya, yıldıza, yere, göğe, gündüze geceye, zamana, insanın benliğine, incire, zeytine” yemin ederek insanı tevhid, ibadet, adalet hedefleri istikametinde bütün bunları araştırmaya sevkeder. Evet Kur’an’da geçen bu yeminler, gaflet uykusuna yatmış, tefekkür etmeyen, düşünmeyen, akıl etmeyen insanların başına birer tokmak etkisindedir.
Günümüz tarih bilimlerine baktığınızda, adeta insanoğlu eski Yunan Medeniyetinden önce adeta kara cahillikle ve ilkellikle boğuşuyor olması lazım gelir. Zira, günümüz bilimcilerin bu bakış açısı, tek yönlü ileriye doğru terakki anlayışına göre, insanlık devrini taş devri, yontma taş devri, cilalı taş devri, tunç devri gibi çağlara ayırdı. Ancak bu çağlara nasıl geçildiğini mesela ateşin, tekerleğin, yazının ve bunun gibi nice keşiflerin nasıl keşfedildiğini açıklamadı. Oysa bir keşfin oluşabilmesi için başta malzeme, ihtiyaç, akıl yorma ve de en önemlisi bazı ön bilgilerin ve kesinleşmiş temel bilgilerin olması zaruridir. Arşimet ifadesiyle bir destekle dünyalar yerinden oynatılabilirdi ancak o destek olmadan bir adım öteye gidilemezdi.
Evet, deney ve gözlemine alamadığı hususları bilimsel kabul etmeyen, din ve manevi meseleleri dogmatik sayan, dolayısıyla değersiz bulan ve bunları da büyük ölçüde teori kümelerinden ibaret sosyoloji ve psikoloji gibi sosyal bilimlere havale eden dahası kendi prensiplerini kutsallaştıran günümüz bilimleri ya da bilimperestleri, mesela ilk gemiyi kimin yaptığını ve nasıl yaptığını, ilk saati kimin neye ve hangi bilgiye dayanarak bulduğunu açıklamak zorundadır. Mesela ilk elbiseyi insanın nasıl ve neyle diktiğini, iğne ve ipliği nasıl keşfettiğini açıklamak zorundadır. Zira ne bilim ne de keşiflerin tarihi 16. yüzyılda başlamıştı ne de insanoğlunun en büyük buluşu, uçak, füze, internet ya da elektronik aletlerdi. Bunlar olmadan da insan yaşayabilirdi. Ancak insan yemeden içmeden ve hatta giymeden yaşayamazdı. Taa baştan beri insana ne yiyip ne içmesi gerektiğini ona kim öğretti veya ilham etmişti acaba? Öyle ya insanoğlu, kendine neyin faydalı neyin zararlı olduğunu keşfedinceye kadar, soy sop, sahibi olması bu denli uzun yaşaması dahi ihtimal dışıdır…

“Oku, Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alak”dan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder. (Alak Suresi 1-7.Ayet)”
Evet, bilimin açıklayamadığı veya ısrarla açıklamaktan kaçındığı soruların cevabı burada…
Bunun yanında ortada henüz okunacak bir kitabın varlığı dahi yokken, “Oku” emrinin verilmesi oldukça manidar. Demek ki, kitap olmasa da ortada okunacak koca bir kainat ve onun fihristi insan var. Oku emriyle bilimsel çalışmalara herhangi bir sınır getirilmemekte ancak bu okumanın yine Allah’ın adıyla yapılması istenmektedir. Zira ancak öyle olursa yapılan faaliyetlerin insana yada kainata bir zararı dokunmazdı. Ancak Allah’ın adıyla olursa, ortaya çıkacak bilimin neticelerinden insanoğlu kendini emin hissedebilirdi. Ancak Allah’ın adıyla olursa, ortaya çıkan neticeler, doğayı kirletmede, insanı öldürmede, insanı yok etmede, haksız hakimiyet kurmada ve yeryüzünde fesat çıkarmada kullanılmazdı. Ancak Allah’ın adıyla olursa, bilimin neticeleri ancak o zaman, yeryüzünü imarda, bütün insanlığın faydasına ve insanın maddi-manevi terakkisi, huzur ve güveni adına kullanılırdı.
Bilim kendini dinden soyutladığı müddetçe, belki küçük bir azınlığa MADDİ bir ferah getirse de, yol açtığı inkar, dolayısıyla huzursuzluk, güvensizlik girdapları yanı sıra, görülmemiş sömürü düzenleri, zengin-fakir uçurumu, sonu gelmez savaş ve çatışmalar, bir defada toplu katliamlar (Bakınız Hiroşima, Nagasaki ve dünya savaşları), derin yaralar, gibi pek çok felaketleri de beraberinde getirecektir ve öyle de olmuştur.
Sahi, Din ve Bilimin iki ayrı sahaya hitap eden, iki ayrı disiplinler olması gerektiğini, düşünenler hala var mıdır? Ya da din ve bilimin çatıştığı tezinde ısrarcı olanlar?
Sonsöz:
Bilim (külli) irade ve Kudret’e dayanan “İlahi Kanunların” keşfi neticesinden ortaya konan prensiplerden başka bir şey değil. Sadece bilim mi, her şeyin hükmünü ve kanununu koyan O’dur. İstisnasız, biz insanoğlu dahil bütün canlı ya da cansız varlıklar O’nun emrini yerine getiririz. O’nun hükmünü ve kanunlarını uygularız. Şöyle ki; O’nun gör diye verdiği gözü görmekte, işit diye emrettiği kulağı, O emretti diye tam bir itaatle işitmekte kullanırız. O’nun dinine dair ileri geri konuşurken bile, O’nun konuş diye verdiği dil, damak ve gırtlağımızı O’nun dediği biçimde hiç itirazsız kullanırız.
İnanan inanmayan istisnasız herkes, O’nun kurallarına, korkutucu ifadeyle (?) O’nun şeriatına zaten taraftarız.
Bilmeyenler için küçük bir hatırlatma; “Şeriat”, “kurallar” demektir. Sadece dinin kurallarını değil, yaşamanın kurallarını/şeriatını da, O belirliyor. Güneş hâlâ doğudan doğuyor şeriat bunu gerektirdiği için… Nefesiniz doğdunuz günden beri akciğerlerinizdeki alveoller üzerinden, kalbinizin özel kaslarının istikrarlı ve sessiz çalışması sayesinde kanınızı tazeliyor. Anlayacağınız nefes alıp veren herkes Şeriatçı. Nefes alıp verme esnasında gırtlaktan çıkan “HUU” nameleri de işin çabası.
Din ve bilim aynı gerçeğin iki farklı düzlemdeki ifadesinden bir açıdan da birbirini tamamlayan iki yüzünden ibarettir dedik. Dolayısıyla aralarında en ufak bir çatışma veya çelişki olamaz…Çatışma ilim adamının zihninde olur. Onun henüz gerçekleri kavrayamayışından, teorilerden hakikatlere geçemeyişinden veya yanlış bir din anlayışına sapmış olmasındandır.
İnsanlığa faydadan çok zarar getirmiş, imandan çok inkar hesabına kullanılmış olan günümüz bilim anlayışı, vicdanını ve insanlığını askıya almış robot insanların elinde kaldığı ve Allah adına okunmadığı müddetçe insanlığın, kendi eliyle yontup sonrada taptığı gibi, bu modern puttan daha çok çekeceği var demektir.

Teşekkür : Bu makalenin yazımında, Sayın Ali Ünal’ın “İslam Bilim İnsan ve Tarih” adlı eserinden, Sayın Senai Demirci’nin makalelerinden ve Sayın Mehmet Yılmaz’ın “Sanat’ta Ayrıntı” yazı dizisinden istifade edilmiştir.

Yorum Gönder

  1. Allah razı olsun


    www.islamustundur.com admini ( Misyonerlerecevap@yahoo.com )

    YanıtlaSil

 
Top