Menu
 

Alem-i Berzah/ Kabir Hayatı;

Tasavvuf dünyasında duyular ile bilinen şehadet alemi ile gayb alemi arasında köprü vazifesi gören berzah alemi olmak üzere üç alem vardır.

Berzah; iki şey arasında engel, mânia, perde, hâil gibi anlamlara gelmesine rağmen ve Kuran’da tamamen bu anlamda kullanmış olmasına rağmen, Kuran’ın iki dünyalı/âlemli evren anlayışını kendi felsefî dünya görüşleri açısından yetersiz görenler, dünya ve ahiret hayatı arasına üçüncü bir ara âlem daha yerleştirmişlerdir. Ölümü öldürmüşler, yani ölümün mahiyetini tümüyle değiştirmişlerdir. İnsanlar bu yapay âlemde, iki arada, bir derede, kimi bu dünya da, kimi öbür tarafta dolaşıp, durmuşlardır. Özellikle de şeyhlerin dünya da tasarrufatının devamı için bu berzah âlemi biçilmiş kaftandır.
Kabir hayatı tamamıyla Kuran dışıdır. Bu kabir/berzah hayatı bütünüyle rivayet kültürüne dayanır. Kabir hayatından bahseden hadisler haber-i âhad olmaları hasebiyle itikatta delil kabul edilmezler. Zira âhad rivayetler subut'u zanni olmaları nedeniyle itikat gibi herkesi bağlayan ve kesinlik gerektiren konularda hüccet olamazlar. Haber-i âhad sahih bile olsa küfür ile iman arasında bir ölçü değildir. [2] Özetle kelamcılar haber-i âhadın zanni bir delil olduğunu, zanni delilin ise akâid konularında tek başına yeterli olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.[3]

Âhad haberler zanni bilgi ifade ettiğinden, ancak zan mertebesinde bir delil oluşturabilirler. Hâlbuki Kuran;
“Zan haktan /gerçekten bir şeyi ifade etmez.” [Necm/28]  
“ Bilmediğin şeyin ardına düşme “ [İsra/36]
buyurmaktadır.
Günümüzdeki bid’atlerin ve itikadî sapmaların çoğu bu hadis rivayetlerine dayanır. Bu ahad rivayetleri Kuran’a arz etmeden kabul etmek, kitabı metbû/uyulan konumundan, tâbî/uyan konumuna indirmektir. Bu ahad haberleri dinde hüccet kabul edenlerin dine verdiği zarar, kabul etmeyenlerin verdiği zarardan daha büyüktür. Ahad haberleri Kuran’a rağmen hüccet kabul edenler, dini bu zannî/kesin olmayan haberlere dayandırmış olmaktadırlar. Oysa, din amelî olsun, itikadî olsun, ahlakî olsun bir bütündür. Din bir zihniyettir, bir dünya görüşüdür. Ve asla içine yalan, yanlış, batıl sokulmamalıdır.
Şimdi önce bu konu ile ilgili hadisleri Kuran’a arz edelim, sonra da her zaman olduğu gibi son sözü Kitabullah söylesin!
“Ölenin arkasından ağlayanlardan dolayı kabir azabı göreceği” rivayetini Hz. Aişe Annemiz
“Hiç kimse başka bir kimsenin günahını yüklenmez”. [Fatır, 35/18] 
ayetine dayanarak reddetmiştir. [Buhari, Cenaiz, 32]


Bir başka örnek verelim; 
Bedir de öldürülen kâfirlere Peygamberimiz “Rabbinizin size vadettiği şeyin gerçek olduğunu gördünüz mü?” diye sormuş, Hz. Ömer’de 'Cansız cesetlerle mi konuşuyorsun?' demişti. Resulullah da 'Andolsun ki siz söylediğimi onlardan daha iyi duyamazsınız' 
buyurmuştu. [Buhari, Megazi, 8] Hz. Aişe Annemiz bu rivayeti duyduğunda bunun Kuran'a aykırı olduğunu, “Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin”[Neml/80] ayetine dayanarak reddetmiştir.

 Kabir azabıyla ilgili pek çok hadis metin açısından Kuran'a aykırıdır. Mesela; “(Ahiret âleminden gördüğüm) manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü değildi”  şeklindeki hadisi ele alalım. Bu sözün, daha ilk bakışta uydurma olduğu açıktır. Şöyle ki, bu söz, yüce Allah’ın cehennem azabının korkunçluğundan söz eden ayetlerini küçümsemekte, kabir azabının daha korkunç ve ürkütücü olduğunu ifade etmektedir. Kuran, kıyamet gününün daha çetin olduğunu, kabirden çıkan kâfirlerin ağzıyla vermektedir.
Onlar yılgın ve bitkin gözlerle savrulmuş çekirge sürüleri gibi kabirlerden çıkacaklar; davetçiye doğru panik içinde seğirtecekler ve o kâfirler; ‘Bu çetin / zor bir gündür!’ derler.” [Kamer/ 7–8]
 Şayet kabir azabı olsaydı, Allah, daha büyük olduğu iddia edilen kabir azabına, Kitabında cehennem azabından daha fazla yer ayırarak kullarını ondan sakındırırdı. Oysa kabir azabı konusunda Kuran’da tek bir ayet yoktur.
Allah Resulü iki kabre uğradı ve buyurdu ki “Burada yatanlar azap içindedir. Hem de büyük suçları yoktur. Bunlardan birisi koğuculuk yapardı, öteki de idrardan sakınmazdı” Sonra bir hurma dalı getirtti ve ikiye böldü. Birini birinin kabrine dikerken, diğerini ötekinin kabrine dikti ve “inşallah onların azapları bu dallar yaş kaldıkça hafifler” buyurdu. [Buhari, Vudu', 55] 
Bu hadis; azabın mahşer meydanında hesap görüldükten sonra olacağına dair onlarca muhkem ayete apaçık aykırıdır. Zira Kuran’da; kişinin günahının affedilmesi ve uhrevi cezasının kaldırılması, doğrudan Allah'a yönelerek tövbe etmesi, istiğfarda bulunması ile mümkündür.[4] Allah, günahların büyüklerinden sakınanların küçük günahlarının silineceğini, affedeceğini haber vermektedir. [Nisa/31, Necm/32] Yine hurma dallarının azabın hafiflemesine vesile olacağı anlayışı da böyledir. Eğer mezara ağaç ekmekle azap duruyorsa, mezarları ormanlık yerlerde yapmak, ya da mezarlara bol bol ağaç dikmek yeterlidir. Ağaç yetişmeyen bölgeler ne olacak?

Yine “Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım işitmekte olduğum kabir azabını size de işittirmesi için Allah'a dua ederdim” [Müslim, Cennet, 67] şeklinde gelen hadis şu ayete açıkça aykırıdır; 
Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Sen onlardan herhangi birinden (bir varlık işareti) hissediyor veya onlara ait cılız bir ses işitiyor musun?” [Meryem/98]
Yine yukarıda geçen 'ölünün ruhunun cesedine döndürüleceği' rivayeti Kütüb-ü Sitte içinde yalnızca Ebu Davud'un Sünen’inde yer almaktadır. İbn Hazm, bu ifadenin kabir hayatı ile ilgili hadislere ilave edildiğini söyler.[5] Bu hadis senet bakımından zayıf olduğu gibi, garib bir hadistir.[6] Kabir azabının bel kemiği olan ruhun cesede iadesi meselesi böyle garib, zayıf bir hadise dayanmaktadır. Ehl-i Sünnetin çoğunluğu -kabir sorgusu esnasında ruhun bedene iade edileceği şeklindeki rivayetlere dayanarak- ölünün cesedinde azabın elemini veya nimetin lezzetini hissedecek kadar bir hayatın yaratılacağını söylemişlerdir. Ama ruhun bedene aynen iade edildiğini söylemekten çekinmişlerdir.[7]
Yine yukarıda geçen 'münker ve nekir melekleri' ifadesi bir tek Tirmizi’de geçer. [Tirmizi, Cenaiz, 70] Tirmizi bile kendi hadisini garib olarak nitelendirmiştir.

 Özetle; itikadi meselelerin böyle ahad, garip hadisler üzerine bina edilmesi ve asırlarca Ehl-i Sünnetin itikadı olarak öğretilmesi hiç de isabetli olmamıştır.[8] 'Şekk /Şüphe üzerine yakîn kurulamaz' prensibine rağmen, itikadımız böyle zayıf hadisler üzerine inşa edilmeye kalkışılmıştır. Üstelik Münker-Nekir’in ‘Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?’ diye soru sorması 
Kuran’a da aykırıdır. Çünkü Kuran’a göre, ‘suçlulara günahlarından sorulmaz, herkesin yaptığı apaçık ortaya dökülür, herkesin dünyada yaptığı gizli-saklı işler ortaya konur, vs.’ 
Hem bu meleklerin insanların ne yaptığını, kime inandığını bilmemeleri mümkün değildir. Bunlar güzel kurgulanmış senaryolara benzemektedir.

Yahudi bir kadın, Hz. Aişe annemize, ‘Allah seni kabir azabından korusun’ diye dua etmiştir. O da, bunu Resulullah’a sormuştur. Bunun üzerine Peygamberimiz; ‘Kabir azabı haktır…’ buyurmuş. [Buhari, Cenaiz/89] 
Ne kadar bir garip bir hadise! Peygamberin koynunda yaşayan sevgili eşi o güne kadar kabir azabından haberi olmamış. Peygamberin hanımına bir Yahudi kadın dinini öğretiyor! Aişe Annemiz, bir Yahudi kadından kabir azabını öğreniyor ve bunun doğru olup olmadığını Peygamberimize onaylatıyor! Bundan sonra da Peygamber her namazın akabinde, kabir azabından Allah’a sığınmaya başlar! [9] Peygamberimiz bunun üzerine kabir azabı ile ilgili bir hutbe irad etmiş, sahabe de feryad-ü figan edip ağlaşmışlar! [Buhari, Kitabu’l-Cenaiz, 86] Fakat çok ilginçtir, herkesin duyması gereken bu hutbeyi Esma b. Ebîbekir’den başka kimse rivayet etmemiştir.

Ölen kimsenin mezarında diri /canlı olduğuna itikat etmek birçok yanlış itikadi sapmaya da neden olmuştur. Zira kabirde 'canlı bir yaşamın kabulü’, onunla bir şekilde bağ kurmayı, konuşmayı, teberrük etmeyi /bereketlenmeyi, bir din büyüğü ise ondan yardım istemeyi, vs. netice vermesi kaçınılmazdır. Zaten fiiliyatta da böyle olmuştur. Ölenlerin 'ruhu kınından çıkmış kılıç gibi olduğu ve dünyadaki hayatlarından daha aktif hale geldiği' şeklinde hadisler uydurulmuştur. 'Kabir ehlinden sıkıştığınızda yardım isteyin’ gibi hadis (!) adı altında apaçık şirk kokan yalanlar peygambere isnat edilebilmiştir. Bugün insanlar niçin yatırlarda yatıp kalkıyor, türbeleri Kâbe tavaf eder gibi tavaf edip duruyorlar dersiniz? Bunların altında yatan baş etken mevtanın kabrinde sağ / diri olduğu sapması yatmaktadır.
Şimdi Peygamberimizin İslam’ın ilk dönemlerinde kabir ziyaretini niçin yasaklamış olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz.

Hinduizm, Budizm ve Yunan filozoflarından alıntılar yapan İbn Ebi'd-Dünya (ö.281) gibi, 300’e yakın eser veren bir hadisçinin kitaplarından bazılarının isimleri; şöyledir; “Öldükten Sonra Yaşayanlar, Öldükten Sonra Konuşanlar, İnsanlara Hâtiften /Gayb'dan Gelen Sesler/ El-Hevâtif!
'Öldükten Sonra Yaşayanlar’ kitabının bir hadisinde, kabrinden kalkıp dolaşan, acayip işler yapan, sonra tekrar ölüp mezara giren, hata birkaç sene yaşayan, evlenen, cihada giden insanlarla ilgili çok garip rivayetler var. Günümüzün fantastik filmlerindeki zombiler gibi,“mezardan aniden bir adam çıkıyor, yüzü kafası alevler içinde boynundan zincire vurulmuş, oradan geçen bir yolcudan 'bana kırbandan su ver' diye yalvarıyor. Peşinden başka biri mezardan fırlıyor, 'bu kâfire su verme' deyip zincirinden yakaladığı gibi mezara çekiyor ve ikisi az sonra kayboluyorlar.”
Suyûti, bu zatın rivayetlerini aynen nakleder.
Bu gün piyasadaki birçok ölüm ve sonrası ile ilgili kitap Suyuti’nin ve Şârânî’nin eserlerine dayanmaktadır. Kurtûbî’nin Tezkire’sine yazdığı şerh olan ‘Şerhu’s-Sudur fi şerh-i Hali’l-Mevtâ fi’l-Kubûr’ ya da ‘Kitabu’l-Berzah’ diye bilinen kitabı ve ‘el-Büdûru’s-Safire fi’l-Umûri’l-Ahire’si. Suyuti âlem-i misal nazariyesini İslam’a dâhil edenlerden olduğunu burada hatırlamakta yarar vardır.
  Yine Şarâni’nin yazdığı ‘Kabir Hayatı’ adlı kitaplar ümmetin kabir hayatı itikadını oluşturmuştur. Şarânî’nin de İbn-i Arabî’ci olduğunu göz önünde bulundurmakta yarar vardır.
Ölen bir kimse nasıl tekrar dünyaya döner? Gezer, yer-içer, cihada gider? Akıl bu kadar mı dışlanır? Allah'ın koymuş olduğu sünnetullahtan / Allah'ın tabiata koymuş olduğu kanunlardan bu kadar mı sarf-ı nazar edilir.
 Haşv ehli, O yıllarda Kuran'da hiçbir izi bulunmayan tartışmalı konu­ları dine ithal etmekle meşguldüler. Ortada dolaşan Ehl-i Kitap kültürünü aklayarak Müslümanlara taşıyor, 'şibih din/dine benzer din' imalatı yapıyorlardı. Tıpkı günümüzdeki 'kara para aklayanlar' gibi, o gün de 'kirli bilgi aklayan' bir kesim vardı. Bu kesim soyutlama yetene­ğinden ve naklettiği sözü anlayacak kapasiteden mahrumdu. Bu damardan beslenenlerin ürettiği ölü bilgi, farklı ekoller eliyle bize kadar taşınmıştır. Bunlardan biri de Muhammed b. Kerram'dır. (v.255) Kerramiye diye bilinen mezhebini kabir aza­bı gibi suni gündemler üzerine bina eden bu şahsın da 'Azabu’l-Kabr’ isimli bir kitabı vardır.[10]

Suyutî’nin kabir azabıyla ilgili naklettiği öyle hadisler var ki ; 
Kim karın ağrısından ölürse, kabrinde azap görmez. Peygamberler kabirlerinde diridir ve namaz kılarlar. Kabirde mümine Kuran verilir, o da okur. Ölülerimizin kefenlerini güzelleştirin, çünkü onlar kabirlerde birbirlerini ziyaret ederler, birbirlerine karşı övünürler, vs.’[11]
Kabir hayatının olduğunu isbat etmek için oldukça hacimli bir kitap yazan Süleyman Toprak, berzah kelimesinin kelime anlamı için; “iki şey arasında ayırıcı engel, mânia, hail” demektedir ki, doğru söylemektedir. Lakin ıstılâhi anlamına gelince der ki; “ölümden ba’se kadar devam eden, dünya ile ahiret arasındaki uzun âlem (yaşanılan dünya), berzah âlemi, ruhlar âlemidir.[12] Ve göz göre göre hilaf-ı hakikat konuşarak [Mü’minun/ l00] ayetindeki ‘berzah’ kelimesi ıstılâhi anlamda kullanılmıştır der. Oysa, bu ayet berzah’ın bir âlem olmadığının en açık, en sağlam kanıtıdır.
“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, ‘Rabbim! Ne olur beni dünyaya geri döndür. Belki ben, daha önce yapmadıklarıma karşılık salih bir amel yaparım.’ Kesinlikle hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında tekrar dirilecekleri güne kadar (dönmelerine mani) bir perde/ duvar/ aşılmaz bir engel vardır” [Mü’minun/l00].
Berzah kelimesi Kuran’da hep bu kelime anlamında kullanılmaktadır. Kavramsal anlam dedikleri şey; canlarının çektiği, olmasını istedikleri anlamı kelimeye katmaktan ibarettir. Kuran’ın engel, perde dediği berzah, nasıl da genişlemiş! Olmuş yüz binlerce yıl sürecek, insanların gezip dolaştığı koca bir âlem! Hâlbuki ayet, öldükten sonra dünyaya dönmek, yaşamak isteyenlere “artık geriye dönüş yok, hayat bitti, ikinci dirilişe kadar benden yaşanılacak bir âlem istemeyin, sizin uydurduğunuz ruhlar âlemi, berzah âlemi yok” demektedir.

Yine bu kabirciler –işin başında yine Gazali vardır-; ‘ehl-i keşf’il-kubur’ diye tuhaf bir insan türü icat etmişlerdir. Güya, bu keşif ehli, kimsenin görmediğini görüp, kabirlerde olup-biteni bize anlatıyorlarmış (!) Delilleri yine, Allah’ın sonsuz kudretidir. Allah dilerse bazı kimselere, kabirlerde neler olup-bittiğini gösterebilir (!)
Kabirde bedene veya ruha, ya da (ruh mea’l-cesed) ruh ile beraber bedene azap hem aklen, hem de naklen sabit olmayınca, illaki, “kabir azabı mutlaka dinde yer almalıdır, herkes buna inanmalıdır” diyenler, bu kez azabı, kabirde değil de “âlem-i berzah”ta ruha yapmak isterler. Derler ki, kabir azabı mezarda değil de, berzah âleminde ruha yapılır. Böylece Kuran’da olmayan, Allah’ın bildirmediği bir âlemi icat ederler. Oysa İnsan için Allah iki âlem yaratmıştır; Dünya ve ahiret âlemi. Onlar ise bu iki âlemi ayıran duvarı (berzahı), binlerce, milyonlarca yıl sürecek fantastik bir âleme, yaşam alanına çevirirler!

Şimdi gelin kabir azabı tartışmasını Kur'an’a götürelim.

*Kuran'a göre ölüm ile İkinci Sûr'a üfleninceye kadar sürecek bir berzah âlemi / hayatı yoktur. Kuran’a göre 'berzah' geriye dönmeye mani olan 'engeldir'. “
Onlardan birine ölüm gelince, 'Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim' der. Hayır; bu söylediği sadece laftır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alı koyan bir engel  / berzah vardır.” [Mü'minun/99-100] 
Bu ayet, Hayır! Geri dönemezsiniz, öldünüz, tekrar size canlılık kesinlikle iade edilmeyecek demektedir. Kuran bu berzahı; yok olan varlığın, tekrar varlık sahasına geçmesine bir engel olarak zikreder ve bu hakikat, ölen tüm canlılar için geçerlidir. Geriye dönüş yasaktır! Ayet de geçen; ‘İlâ yevmin yübasûn / diriltilecekleri güne kadar’ kelimeleri; insanların diri, canlı olmadıklarını çok net olarak ilan etmektedir.
* “Helak ettiğimiz bir memleket halkının (tekrar dünya hayatına) dönmeleri haramdır”[Enbiya/95],
“…Ne artık birbirlerine tavsiyede bulunabilirler, ne de ailelerine geri dönebilirler.” [Yasin, 36/50] 
Ölümden sonra hayata dönüş yok!
O canı geri döndürseniz ya! Eğer doğru söyleyenlerdenseniz” [Vakıa/87]
“Allah insanların canlarını /nefislerini ölümleri sırasında alır. Henüz ölmemiş olanlarında uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin canlarını (katında) tutar diğerlerini ise belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır…” [Zümer/42] 

Bu ayette geçen; “Ölümüne hükmettiklerinin canlarını yanında tutar” ifadesi çok net olarak ölenlerin canlarının / ruhlarının dünyaya ya da berzah âlemine geri gelmediğini bildirmektedir.[13]
*“Her nefis / can ölümü tadacaktır.” [Al-i İmran/185] 
Hal böyle iken, eğer mezarda / âlem-i berzahta kişi ruhen veya bedenen yaşıyorsa ölmemiş, ölümü tatmamış demektir. Bu ise apaçık Kuran'a aykırıdır.
 * “Orada olan her şey / akıllı, şuurlu varlıklar helak olacaktır” [Rahman/27], “O’nun Zatı hariç her şey helak olacak” [Kasas/88] 

Bu her şeyin içine can/nefis/ruh da dâhildir. Arapça da ölüm; bir şeyin varlığının sona ermesi veya sıfatlarının yok olmasıdır.
  *Kabir hayatı inancı tümüyle ruhların ölümsüzlüğü ilkesine dayanır. Bu ise sadece bir faraziyedir. Ruh’un bedenden ayrı yaşayabileceğini iddia edenlerin, kabirde onun bedene iade edilmesini şart koşmaları kendileriyle çelişkiye düştüklerini gösterir.
Eşari ve Bakıllani gibi ilk kelamcılar ruh araz derken, Cüveyni’den itibaren ruhun latif bir cisim olduğu, bedenden ayrıldıktan sonra tek başına yaşadığı, varlığını sürdürdüğü fikri yaygınlaşmıştır. Beden fani, ruh/nefs bakidir denilmiştir. [14] Bundan sonra kelamcılar ‘her nefis ölümü tadacaktır’ ayetini, nefsin uykuda olduğu gibi bedeni terk etmesi olarak anlayacaklardır. Bu durumda ölümü sadece beden tatmaktadır. Bu ise ayetin anlamına takla attırmaktır. Hâlbuki ayet herkesin anlayabileceği kadar açık bir şekilde her nefsin /canlının /ruhun öleceğini söylemektedir.
  *Kabirde sorgu-sualin olabilmesi için kişinin soruları işitebilmesi, cevap verebilmesi, akledebilmesi için tüm vücud organlarına hayat verilmesi, beyninin tüm fonksiyonları ile çalışması lazımdır. Ölen bir kimsenin bunları yapabilmesi aklen muhal, tıbben imkânsızdır. Cesedin sadece bir kısmına hayat verilir iddiası da, ölenin birkaç uzvu diğer organlar olmadan bu görevini tam yapamayacağı için bu varsayım da yanlıştır.

“Sen kabirde olanlara işittiremezsin” [Fatır/22] Ayetin bağlamından bunun kalbi ölü olanlar hakkında olduğu anlaşılmaktadır. Lakin Allah ‘kalbi ölü kâfire işittirmek, mezardaki ölüye işittirmek gibidir’ buyurmaktadır. Eğer ölüye işittirmek mümkün olsaydı, Allah bu benzetmeyi yapmazdı. Ölülerin işitemedikleri hakikati esas alınıp, bu esas üzerine ‘kâfirlerin kalbi de tıpkı bunun gibidir’ benzetmesi yapılmıştır. Ayetten şu da anlaşılabilir; sağ olan kâfirler işitmiyorlarsa, ölüler hiç işitmezler. Çünkü kendisine benzetilenin, benzeyenden daha büyük olması gerekir. Kedi aslan gibidir, denilir. Aslan kedi gibidir denilemez. Kâfirler ölülere benzetilmiştir. Elbette işitme yönünden ölülerin kâfirlerden daha aşağı olmaları icap eder.

*  “Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık işareti) hissediyor veya onlara ait cılız birses işitiyor musun?” [Meryem/98] Bu ayet kabirlerde hayat olmadığının en açık kanıtıdır. Kabirlerde yaşayan (!) insanların hiçbirisinden Peygamber de dâhil olmak üzere, ehl-i keşf’ül-kubur vs. tüm insanlar herhangi bir canlılık emaresi hissedemeyeceklerini Kuran beyan etmektedir.

*Kuran da; ceza veya mükâfat insanlar tekrar diriltildikten sonra, hesaba çekildikten sonra, amelleri mizanda tartıldıktan sonradır. Bütün Kuran ayetleri bu konuda muhkemdir. İnsanlar Mahşer meydanında tekrar tam olarak yaratıldıktan sonra en ince ayrıntısına kadar hesaba çekileceklerdir. Hal böyleyken ölmüş, bedeni dağılmış, şuuru olmayan ölüler neden bir kere daha hesaba çekilsinler?

*İnsanın kabirde fitneye tabi tutulması/sınanması Kuran’a aykırıdır. [Kehf/7] ayeti çok net olarak yeryüzünün, dünyanın sınav yurdu olduğunu haber vermektedir. İnsanın bütün gizli-saklı sırları kıyamet günü ortaya çıkacaktır. [Tarık/9] Kabirde değil!

*Kuran insanın iki var oluşundan bahsetmektedir. Birincisi, bu dünya, ikincisi; ebedi âlem, ahiret günüdür. Kabir hayatını kabul edenler bu iki âlemin arasına kabir âlemini ekleyerek üç varlık âlemi icad etmektedirler. Kuran’a göre dünya çalışma, kazanma yeri, ahiret ise bu çalışmaların karşılığının alınacağı yerdir.[15]

*Yine Kuran’a göre azap ve nimet, ceza ve mükâfat Cehennem ve Cennettedir. Kabirlerde ceza görmek veya nimetlenmek bunu öne almak demektir. Hâlbuki bunlar için insanın tüm organlarının salimen bulunması gereklidir. Aksi halde ölmüş, çürümüş cesede, taşa toprağa ceza verilmiş olmakta veya cennet nimetleriyle telezzüz ettirilmektedir. Bu hem abes, hem de komiktir.
*“Siz dünyada on gün eğleştiniz diye aralarında gizli gizli konuşurlar…En akıllıları ‘Sadece bir gün kaldınız’ der.” [Taha/103-4]
“Allah inkârcılara ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. Onlarda, ‘Bir gün ya da bir günden daha az’ derler…” [Mü'minun/112-3]
Ayetlere göre; insanlar öbür âlemde dünyada ne kadar kaldıklarını, kendi aralarında konuşurlar. Fakat kimse ba’s günü kimse ölümü ile dirilişi arasında var olduğu söylenen milyonlarca yıl hakkında herhangi bir şey hatırlamamaktadır. Ve “Bizi kabrimizden kim kaldırdı?” diye şaşkın, şaşkın bakışmaktadırlar. Herkes ölmeden evvelki dünya hayatını hatırlamakta, lakin kabir hayatına ait tek kelam etmez!

Pekâlâ; hiç kimse bundan çok daha uzun süren, yüz binlerce/milyonlarca yıl süren kabir /berzah hayatından neden bahsetmez? Oysa kabir hayatı süre olarak dünya hayatından mukayese kabul etmeyecek kadar uzun sürmüştür. Oradakiler dünya hayatını hatırladıkları gibi, olsaydı kabir hayatını da hatırlayıp, anlatacaklardı.
 * “Sûr'a üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. 'Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?” [Yasin/51-2]. Uyunan yer, yatak demektir.
Yine şu ayet; insanların Sûr’a ikinci defa üflendiğinde mezarlarından aniden kalkacaklarını haber vermektedir. “Ona (Sûr’a) bir daha üflenince, onlar bir anda ayağa kalkıp etraflarına bakarlar” [Zümer/68]

Mahşer sabahı insanlar uyandıklarında, şaşkın şaşkın 'yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?' demeleri kabir hayatının olmadığını gösterir. Eğer kabirde azaba düçar ya da nimete gark olmuş bir halde yaşıyor olsalardı buna şaşırmayacaklardı.. Çünkü mezarlarında iken kabirden sonraki hayatlarını, mahşerdeki dirilişi bol bol düşünmüş ve bunu bekliyor olacaklardı.

* Öldükten sonra tekrar dirilme /el-ba’sü ba’de’l-mevt’teki, ‘ba’s kelimesinin bir diğer anlamı; uykudan kaldırmak, uykudan uyandırmak demektir. Bu takdirde anlam; ölü gibi uyuyanları uykularından uyandırmak olur. Ölüm sonrası hayatın insan idrakine göre bir nevi uykudan ibaret olduğunu söylemek mümkündür. Ölüm anında insanın zaman saati durur, ne kadar uyuduğunu hatırlayamaz. Kıyamet sabahı zaman saati tekrar çalışmaya başlar.

* “Ve o kıyamet mutlaka gelecektir, onda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir.” [Hacc/7] Evet, kabirlerde ölü olarak yatan insanların, ta kıyamet gününe kadar hiçbir şeyden haberi olmayacaktır. Kıyamet gününde ise onlar, diriltilerek hesap meydanına çağırılacaklar. Kabirde diri olanların ise, diriltilmeleri değil, çağırılmaları söz konusu olur. Kabir âleminde yaşayan dirilerin (!) diriltilmesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Bir önceki ayet de, “…Ölüleri dirilten O’dur…” şeklindedir. Dirilerin diriltilmeye ihtiyacı olur mu?

*Kabir azabına remzen işaret ettiği söylenen ayetleri ele alacak olursak; “Kâfirler azabı gördüklerinde şöyle derler; 'Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin..”.[Mü'min/11]

Kabir hayatı olsaydı “üç adet” hayat olurdu. Dünya hayatı, kabir hayatı ve ebedi hayat! Yine kabir hayatı olsaydı üç ölüm olurdu! Birincisi; ana rahmindeki cansızlık hali, ikincisi, bildiğimiz Azrail’in gelip canımızı alması, bir de kabirde yaşayanların kıyametin kopması ile ölmeleri. Çünkü Kuran, dünyaya gelmeden önceki halimize de ölüm demektedir. [Bakara/28] Yukarıdaki ayette geçen “iki ölüm ve iki dirilmeyi” bu ayet çok güzel tefsir etmektedir. 
“Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz.” [Bakara/28] 
Ayet görüldüğü üzere; “dünya hayatı ve ebedi hayat” olmak üzere hayatın iki olduğunu ilan etmektedir.
*  Kabir hayatının mevcudiyetine delil olarak getirilen şu ayet; 
“Artık sen çarpılacakları güne / kıyamet gününe kadar onları kendi haline bırak... Zulmedenlere bu ahiret azabından başka bir azap / yakın bir azap da var.” [Tûr/45-7] 
Buradaki 'başka bir azap' kabir azabı olarak yorumlanmıştır. Hâlbuki bu ayet çok açık ve net bir şekilde zalimlere /müşriklere ahiretten başka dünyada da, yakın bir zamanda azap göreceklerini haber vermektedir. Ve zaten bu “yakın azabı” Bedir’de görmüşlerdi. Bu azabın dünyada görüleceğini ifade eden o kadar çok ayet vardır ki! 
“Allah onları dünyada ve ahirette can yakıcı azaba uğratır” [Tevbe/74, Kehf/87]
* Yine “Kendilerine iki defa azap edeceğiz, sonra da büyük bir azaba uğratılırlar.”[Tevbe/101] ayetini Eş'arî, şöyle yorumlar; 'iki azaptan biri bu dünyada kılıçla, diğeri kabirde gerçekleşecektir’. Hâlbuki söz konusu ayetin az aşağıda şöyle açıklanır; “…Onlar yılda bir-iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı?” [Tevbe/126] Zemahşeri bu iki azaptan birinin münafıkların mallarından zekât alınması - ki onlar için büyük azaptır - ve diğerinin de, bedenlerinin zarar görmesi olarak tefsir etmiştir. Yani kabir azabı olarak yorumlanan 'iki azaptan birincisi' aynı surenin az ilerisinde bizzat Kuran tarafından “dünyevi azap” olarak tefsir edilmiştir.

Yine [Tevbe/101] deki, ‘iki defa azap etme’ ifadesini, [Rad/34] açıklar. “Onlara dünya hayatında azap vardır, ahiret azabı daha ağırdır…” Dünya azabı bir, iki, üç, ya da; defalarca olabilir.
Yine [Tevbe/55] ayeti bu iki azabın ne olduğunu o kadar güzel açıklamaktadır ki! 
Artık onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Allah bütün bunlar nedeniyle onları dünya hayatında azaba çarpıtmak ve ölürken de canlarını kâfir olarak almak ister.” [Tevbe/55] 
Görüldüğü gibi iki azap; Dünya hayatında, mallarından eksilterek cezalandırma ve bir de ölüm anında işkence. Şu ayet kâfirlere ölüm anında yapılan işkenceyi anlatır. 
Vemeleklerin kâfirlerin canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vurarak aldıklarını bir görseydin!” [Enfal/50]
“Derken Allah o mümin kulunu kavminin çirkin tuzaklarından korudu. Kötü azap Firavun'un adamlarını sardı. Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün ise 'Firavun'un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun' denilir.” [Mü'min/45-6]
Bu ayetleri surenin 38-52 ayetlerinin içinde bulunduğu pasaj ile bir bütün olarak okursak, buradan kabir azabının çıkmayacağını görürüz. Bu ayetteki ‘onlar sabah akşam ateşe maruz kalır’ ibaresi kabir azabına işaret ettiği söylenmiştir. Ancak; 'sabah-akşam' deyimi Kuran’da 'sürekli' anlamında da kullanılmaktadır. 
“O'nu sabah-akşam tesbih edin”[Ahzab/42]
ayeti gibi. Yine bu ayeti; ‘Firavun ve adamlarının sabah ve akşam azaba uğratılmaları daha bu dünyada gerçekleşmiştir’ şeklinde de okuyabiliriz. Çünkü; onların üzerlerine tufan, çekirge, kurbağa gönderilmiş, suları kana dönüşmüştür. Firavun ve adamlarının sabah-akşam, sürekli azaba uğratılmış olduklarını başka ayetlerden öğrenmekteyiz. 
Biz Firavunu ve adamlarını senelerce süren kıtlık ve kuraklıkla kıvrandırdık ki belki düşünür, ibret alırlar” [Araf/130] 
Yine Firavun ve adamları hakkındaki 
Onlar hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğratıldılar” [Hud/99] 
ayeti onların hem bu dünyada, hem de ahirette gördükleri azaba işaret etmektedir.
Firavun’un, sabah akşam sunulduğu ateş, kıyamet günündeki cehennem ateşidir. [Hud/98-9] ayetleri; Firavun’un kıyamet günü kavminin önünde, onları ateşe getirdiğini tasvir etmektedir. Firavun ve kavmine “Bu dünyada da peşlerine lanet takılmıştır, kıyamet gününde de!” denilerek, bu azabın ve lanetin hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde onları takip edeceği apaçık bir şekilde vurgulanmaktadır. Yani, kabirde azap görmezler.

Son iki ayeti ceza ve mükâfatın hesaptan sonra olacağını ifade eden onlarca muhkem ayeti esas alarak yorumlamalıyız. Çünkü Kuran da çelişki yoktur. Ayetler ayetlerle çarpıştırılamaz. Zaten kabir hayatının olduğunu iddia edenler hadisleri ayetlerden önce getirirler. Bu Kuran’dan delil getirememelerinden kaynaklanır. Bu konuda eserleri olan İbnu’l-Kayyım bunu itiraf eder; Kabir azabı, bilinmesi ve sakınmak için inanılması bu kadar önemli olduğu halde, niçin Kuran’da zikredilmemiştir? Bu soruya şöyle cevap vermeye çalışır; “Allah Resulüne iki vahiy vermiştir, bunlardan biri kitab, diğeri hikmettir, hikmet ise sünnet /hadistir”.’[16] Özetle Kitab’dan delil olmayınca, hadislere müracaat edilmesi gerektiğini söyler. Hadislerin delâletleri /anlamları bu mevzudaki ayetlere göre çok açık ve berraktır. Lakin ahad rivayetler itikat konusunda hüccet olamaz. Kaldı ki; hadisler kesinlikle vahiy değildir. Peygamberimizin vahiy namına aldıkları Kuran’dan ibarettir.  Kabir azabı ile ilgili hiçbir rivayet mütevatir de değildir. Öyleyse şekk üzerine yakîn bina edilemez. Şüphe üzerine itikat oturtulamaz. Kabir hayatı varsa, bu konu semiyyat konusudur. Kabir ile ilgili meseleler gayb konusudur. Gaybı melekler de dâhil olmak üzere hiç kimse bilemez. Bu konuda vahyin dışında hiçbir bilgi, sahih bilgi kaynağı olamaz. Peygamberin Allah’tan aldığı tek vahiy ise Kuran’dır. İtikat konularında hadislerin delil olarak kabul edilmesi, Kuran’ın dışında da vahiy olduğunu kabul eden bir geleneğin ürünüdür.

Günümüzdeki bid’atlerin ve itikadî sapmaların çoğu bu hadis rivayetlerine dayanır. Bu ahad rivayetleri Kuran’a arz etmeden kabul etmek, kitabı metbû/uyulan konumundan, tâbî/uyan konumuna indirmektir. Bu ahad haberleri dinde hüccet kabul edenlerin dine verdiği zarar, kabul etmeyenlerin verdiği zarardan daha büyüktür. Ahad haberleri Kuran’a rağmen hüccet kabul edenler, dini bu zannî/kesin olmayan haberlere dayandırmış olmaktadırlar.

Kabir hayatını ispatlamak için bazen göz göre göre sahtekârlıklar da yapılır. Yakın azabı, kabir azabı olarak yorumlayanlar, “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka yakın azaptan tattıracağız…” [Secde/21] ayetinin devamını vermezler. Devamını biz verelim; “Belki imana dönerler”. Ayetteki yakın azabın dünyada olduğu o kadar açıktır ki! Zira; imana dönmek ancak bu dünyada olur.[17]

Kişinin kıyametten önce kabirde diriltilip tekrar öldüğüne dair kesin bir kanıt yok. Pekâlâ, Firavun ailesinin sabah-akşam ateşe sunulmasını, şehitlerin diri olduklarının bilincinde olmalarını, şehadeti bekleyenlere müjde vermek için beklemelerini nasıl izah edeceğiz? Ayetleri kabirciler gibi okursak; iki ihtimal var. Ya; kabirde azap ve nimet sadece ruha sunulmakta ya da; insanın zaman bilinci ölümle birlikte durmakta, mahşer sabahı diriliş ile birlikte tekrar başlamaktadır. Böylece 'bilinç düzeyinde bir kesinti olmamaktadır'. Bu da tıpkı uykuya daldığında acılarını unutan hastanın, bilinci yerine gelince tekrar acılarını hissetmesi gibidir.

Özetle; ölen kimsenin zaman algısı öldüğü anda durmakta ve kıyamet günü yeniden devreye girmektedir. Ölüm anındaki nimet ve azap hissi, yeniden diriliş ile birlikte kaldığı yerden devam etmektedir. Ölüm anında şehadet şerbetinin lezzetini tadan bir şehit, o tad ile yaşadığını ve onunla uyandığını hissetmektedir. Hakeza, Firavun ve adamları da, ölüm anında hissettikleri acıyı ve azabı hissederek uyanmaktadırlar. Tıpkı narkoz ile dindirilen acının etkisi narkoz bittikten sonra kaldığı yerden devam etmesi gibi. [18]

Kuran’da kabir hayatı, ruhun ölmezliği gibi konularda herhangi bir delil yoktur. Hadisler ise subutu zanni olduğu için itikatta hüccet olma şansına sahip değillerdir.[19] Ayrıca hayat olmadan ilim /hissetme /şuur, beden olmadan da hayat /canlılık olamaz. Zaten kabir azabını hem bedenen, hem de ruhen olacağını söyleyenler beden ve ruh ikilisinin aynı anda bulunmasını bu yüzden şart koşmuşlardır.

Ruhların kabirleriyle her gün konuştukları, yeni mezara konulan kimseye, diğer ölülerin toplanarak ondan dünyadaki yakınları hakkında bilgi aldıkları, dirilerin ruhlarla görüştükleri, ölülerin dirilerin kendilerine verdikleri selamı işittikleri ve anladıkları, yaşayanların konuşmalarını duydukları ve anladıkları, berzahta kendi aralarında ziyaretleştikleri vs. gibi şeyler İslam öncesi kültürlerin ve mitolojilerin etkisiyle oluşmuş rivayetlerdir.[20]

Önceleri konu başlığı; ‘kabir fitnesi /sorgusu’ iken, daha sonra işin mahiyeti; ‘kabir halleri, kabir hayatı /berzah âlemi, ruhlar âlemi’ olarak değişmiştir. Hatta ulemamız ahiret azabından çok kabir azabı(!) üzerinde durmuşlardır. Kabir hayatı, ahiret hayatına göre çok daha yakın olduğu için, yakın olanı uzak olana, hislerle /duyu organları ile sabit olanı çok ileride vaadedilen cennet ve cehenneme tercih etmişler, insanları korkutarak kötülükleri önlemeye ve iyilikleri teşvik etmeye çalışmışlardır. Ahiret inancı için faydalandıkları ruhun ölümsüzlüğü fikrini kabir hayatı için de devreye sokmuşlardır.[21]

Yüce Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği bir konuyu, O’ndanmış gibi göstermeye kalkışmak büyük bir vebaldir.
 Allah’a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rab’lerine sunulacaklar. Şahitler de; `İşte Rab’lerine karşı yalan söyleyenler bunlardır!’ diyecekler. İyi bilin ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” [Hud/18] 
Sonuç olarak, kabir azabının varlığını iddia etmek, yüce Allah’a adaletsizlik vasfetmek ve yüce Allah’ı yargısız infaz yapmakla suçlamaktır ki bu, iddia sahipleri için büyük bir vebaldir.

Kabir hayatının olmadığına dair Kuran’dan örnekler verelim,
Kuran ahiret hayatının safhalarını şöyle sıralar;
  • -İnsanlar diriltilecek,
  • -Toplanacak,
  • -Allah’a arzedilecek,
  • -Amel defterlerini alıp, okuyacak, organları dile gelip konuşacak, böylece herkes yaptıklarını bir bir görecek, dünya hayatı hakkında bilgilendirilecek,
  • -Hesaba çekilecek, şahitler huzurunda sorgulanacak,
  • -Yargılanacaklar,
  • - Ödül ya da ceza alacaklar.

Yargılama ve sorgulama yapılmadan, insanlara, işledikleri suçları bildirilmeden herhangi bir cezanın verilmesi, ilahi adalet ilkesiyle çelişir. Hâlbuki Allah âdildir ve kullarından da adil olmalarını, adaleti ayakta tutmalarını istemektedir. Herkesten âdil olmalarını isteyen Allah, kendisi zalim olamaz.

* “Orada (ahirette) onlar ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar” [Duhan/56], ayeti ölümün sadece bir kere olacağını, ilk ölümden başka ölüm tadılmayacağını haber vermektedir.

Rabbimiz bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin” [Mü’min/11] İki diriltmenin biri; anne karnında oluşumumuz, diğeri de; Ahirette diriltilmemizdir. Eğer kabir de diriltilmiş olsaydık bu takdirde dirilişler üçe çıkmış olur.
İslam’a göre iki âlem, dünya, yaşam alanı vardır. İmtihan yurdu olan dünya hayatı ve mücazât ve mükafat yeri olan ebedî hayat, Ahiret yurdudur.
Onlara, dünya hayatında da âhirette de müjde vardır. Allah’ın kelimeleri değişmez...” [Yunus/64]
Allah; onlara dünyada rezilliği tattırdı. Âhiretin azabı ise elbette daha büyüktür. Bir bilselerdi…..”[Zümer/26]
* “Ve saat / kıyamet mutlaka gelecektir, onda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir” [Hac, 22/7]“Ölü iken sizi dirilten, sonra öldüren, sonra dirilten ve sonra O’na döndürüleceğiniz Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?” [Bakara/28]
“Onlar günahları yüzünden suda boğuldular ve peşinden cehenneme sokuldular”[Nuh/25] 
Ayette suda boğulan Nuh kavminin boğulmanın hemen akabinde cehenneme girmeleri, kabir azabının olmadığını gösterir. Kabirdeki azap, cehennem azabı değildir. Aslında onlar çok uzun bir zaman diliminden sonra cehenneme gireceklerdir. Onlar ölünce, varlıkları yok olunca, zamanları da durmuştur. İnsan ölünce zaman mefhumunu kaybeder. Boğuldu, uyandı ve zamanı tekrar hissetmeye başladı, zaman algılarında bir kesinti olmadı, gibi.

* “Allah’ın sizi (kabirlerinizden) çağıracağı, sizin de O’na hamd ederek hemen uyacağınız ve (kabirlerinizde) pek az kaldığınızı sanacağınız günü hatırla”. [İsra/52] 
Eğer kabir hayatı olsaydı orada azapla veya nimetle geçirdiğimiz on binlerce, yüz binlerce seneyi unutmamız mümkün olmazdı.

  • * Kuran’ın hiçbir yerinde kabir/berzah hayatına iman emredilmediği, aksine ahiret gününe, İkinci Sûr’a üflendikten sonra gerçekleşecek olan ‘el-ba’sü ba’de’l-mevt’e iman emredilmiştir.
  • * Dirilişin, yepyeni bir yaratılıştan sonra kıyamet günü olacağını ifade eden onlarca muhkem ayet, insanların kabirde değil, kıyamet günü diriltileceklerini gösterir.
  • * Ceza ve mükâfatın amellerin tartılmasından, mizan ve hesaptan sonra olacağını ifade eden onlarca muhkem ayet, kabirde azap ve nimetin olmadığını gösterir.
  •  Cennet ve cehennemde kıyamet koptuktan sonra yaratılacaktır. Cennet ve cehennem şu an mevcut olduğu kabul edilse bile, kıyamet fiilen vuku bulmadan önce buralara girilmeyeceği âlimler arasında genel kabul görmüştür.[22]
  • *  Hesaba çekilme tüm insanların bir araya toplanacağı günde[Hud/103] ve yine şahitler huzurunda olacaktır [Nahl /89]  
  • *  Kuran’da, ceza ve mükâfatın birazcık bu dünyada, çoğunun ise ahirette verileceği belirtilmektedir. III. bir ceza-ödül yerinden bahsedilmemektedir. Eğer olsaydı zikredilirdi.
  • * Yine kabir azabı, Allah’ın adaletine aykırıdır. Çünkü; ilk çağlarda ölen kimse ile kıyamete yakın ölen bir kimsenin kabirde kalma süreleri bir değildir.
  • * Allah bize Kuran’da nasıl dua edeceğimize dair çok güzel örnekler vermiştir. Örneğin; “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de”. [Bakara/201] Eğer kabir hayatı olsaydı, ‘bize kabir hayatında da iyilik ver’ diye dua etmemiz istenirdi.
  • * Kâfirlerin cehennemden çıkmak için yalvardıkları, azaplarının son bulmasını istedikleri pek çok ayette geçmektedir. Eğer kabir azabı olsaydı, bizi kabir azabından kurtar diye yalvarmaları ayetlerde yer alacaktı.
  • * Ahirette organların konuşturulacağını ayetler haber vermektedir. [Yasin/65] Kabirde organlar ölü ya da çürümüş olacağından konuşamazlar.[23]
  • * İsa (a.s)’ın Kuran’daki ifadesi; “ Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabrimden kalkacağım gün esenlik banadır” [Meryem/33] her şeyi özetlemektedir. 
  • Dünyaya geliyoruz, sonra ölüyoruz ve son kez ölmemek üzere diriltiliyoruz. 
  • Hepsi üç kelime; doğum, ölüm ve yeniden diriliş!  O kadar!

_____________________________________________________________________________________________
[1] Fethullah Gülen, âyan-ı Sabite ve Âlem-i Misal, Sızıntı, Nisan 2001, Sayı; 267
[2] Süleyman Uludağ, Şerhu'l- Akaid s.82
[3] Y. Şevki Yavuz, Haberi Vahid md, C.14 s.353
[4] Metin Özdemir, a.g.der, s.158
[5] Metin Özdemir, a.g.der, s.157
[6] Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü, s.89
[7] Y. Şevki Yavuz, Haberi Vahid md, C.14 s.353
[8] Süleyman Ateş, a.g.e. s.94
[9] Mehmet Okuyan, Kabir Azabı Var mı? s.290
[10] Mustafa İslamoğlu, Kader Risalesi, s.28
[11] M.Okuyan, a.g.e, s.147-8
[12] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat/ Kabir Hayatı, s.45
[13] H.Musa Bağcı, Beşer Olarak Hz. Muhammed, s.366
[14] A Erkan Yar, Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s.88
[15] Erkan Yar, a.g.e, s.137
[16] M.Özdemir, a.g.der, s.154
[17] M.Okuyan, a.g.e, s.187
[18] Metin Özdemir, a.g. der. s.153-168
[19] Metin Özdemir, a.g. der. s.153-158
[20] E.Yar, a.g.e, s.106
[21] E.Yar, a.g.e, s.138
[22] Bekir Topoloğlu, Ölüm md, DİA, C.34, s.35
[23] M.Okuyan, a.g.e, s.

Yorum Gönder

 
Top